Şia
Şia (Arapça: الشيعة); İslam dininin iki büyük mezhebinden biridir. Şia mektebi taraftarları Allah Resulünün (s.a.a) hak halifesinin Hz. Ali bin Ebi Talip olduğuna inanmaktadırlar. Şia kelimesini ilk olarak Peygamber efendimiz kullanmıştır. Salman, Ebuzer, Ammar ve Mikdad gibi büyük sahabelerden bazıları ilk Şialar olarak bilinmiştir.
Şia mektebinin Ehlisünnetle olan en büyük farkı şudur: Şialar Peygamber efendimizin (s.a.a) sözlerine binaen Allah Resulünün (s.a.a) yerine geçecek kişiyi (hilafeti) ve dini ilimlerde mercii olacak şahsı (imameti) sadece onun Ehlibeyt’ine özgü bilmektedirler.
Şialar, Peygamber efendimizin (s.a.a) yerine geçecek kişinin yüce Allah tarafından seçileceğine ve sadece Allah’ın bir kimseyi ümmetin imamı karar kılabileceğine inanmaktadır. Bazı Şia fırkaları arasında imamın şahsı ve imametin şartları noktasında fikir ayrılığı vardır ve bu mesele tarih boyunca Şia mezhebi içinde farklı fırkaların oluşmasına sebep olmuştur. Zeydiyye, İsmailiyye ve On İki İmam Şia’sı (Caferi) var olan fırkalardır ve Şiaların çoğunluğu on iki imam Şia’sıdır.
İslam’ın ilk dönemlerindeki Şialar Emevi ve Abbasi hâkimlerinin zulüm ve baskıları altındaydı. Hicri kameri dördüncü yüzyılın ilk yıllarında Âli Büveyh silsilesinin başa geçmesiyle Şialar güç elde etti ve yaklaşık 10. yüzyılda da Safevi saltanatı ile Şia mezhebi, o günün geniş topraklarına sahip olan İran’da resmiyet kazandı ve şu ana kadar da devam etmektedir.
Tarihçe
Ali’nin Şia’sı veya taraftarı (شیعه علی) sözü ilk olarak Peygamberimizden (s.a.a) nakledilen bir rivayette geçmiştir. Cabir b. Abdullah Ensari şöyle söylemektedir: Biz Allah Resulünün (s.a.a) yanında otururken Ali b. Ebi Talip (a.s) geldi. O esnada Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu:
- “Canımı elinde bulunduran Allah’a andolsun ki mutlaka bu (Hz. Ali) ve bunun Şiileri, kıyamet günü kurtuluşa ereceklerdir.”[Not 1]
Aynı şekilde Süyuti İbn Abbas’tan şöyle nakletmektedir: "İman edip doğru işler yapanlar ise, mahlukatın en iyileridirler" [Not 2][1] ayeti nazil olduğu zaman Peygamber Efendimiz (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) şöyle buyurdu: “Onlar (yani: ayetteki müminlerden kasıt) sen ve senin Şialarındır. Sen ve senin Şiaların, kıyamet gününde Allah’tan razı olacaksınız ve Allah da sizlerden razı olacaktır.”[2]
Nubahti (3 ve 4. yüzyıl ulemasından) Fıraku’ş-Şia kitabında şöyle yazmaktadır: Şia, Hz. Ali b. Ebi Talib’e (a.s) bağlı olan gruptur. Bu grup Ali’nin dışındakilerden uzaklaşarak onun imametine inanan grup olarak tanınmıştır. Mikdad, Selman, Ebu Zer Gıfari, Ammar b. Yasir ve aynı şekilde Hz. Ali’ye (a.s) sevgiyle bağlı olan kimseler de Şialardan sayılmaktadır. Bunlar İslam’ın ilk Şialarıdır.[3]
Ebu Hatem Sehl b. Muhammed Sistani (vefat: 250) şöyle söylemiştir: “İslam’da Peygamber efendimiz (s.a.a) zamanında zahir olan ilk isim “Şia” ismiydi ve sahabeden dört kişi; Ebu Zer, Selman-ı Farisi, Mikdat b. Esved ve Ammar b. Yasir bu isimle tanınmıştır. Sıffin savaşı zamanında ise bu lakap Ali’nin (a.s) dost ve taraftarları arasında yaygınlaştı.”[4]
Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) Nehrevan savaşı sonrasında yarenlerine yazdığı mektupta şu ifadelere yer verilmiştir: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah’ın kulu ve Müminlerin Emiri olan Ali’den mümin ve Müslüman Şialarına; Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz İbrahim de onun taraftarlarından idi.” ve bu isim (Şia) Kur’an’da Allah-u Teâlâ tarafından onurlandırılmıştır. Muhammed (s.a.a) nasıl İbrahim’in (a.s) Şia’sı idiyse, sizler de (aslında) Muhammed’in (s.a.a) Şialarısınız. Bu isim şahıslara özgü ve yeni çıkmış bir şey değildir…” [Not 3][5]
Aynı şekilde başka bir rivayette İmam Ali (a.s) “Biz senin Şialarınız” diyenlere “Sizlerde Şiaların alamet ve göstergelerini görmüyorum.” diye buyurarak Şiaların alamet ve göstergelerini zikretmiştir.[6]
İlk yüzyıllarda Arapça dilinde Şia terimi, mutlak anlamıyla halktan bir grup[7] manasında ve izafe edildiğinde ise yâren, takipçi ve taraftar[8] anlamında kullanılmaktaydı. Şia teriminin revaç bulmasının nedeni, Şia kelimesinin ilk yüzyıllardaki tarihi ve mezhebi hareketlerde “Şiatu Ali” (Ali’nin Şiaları) şekliyle kullanılmasıdır; ama görünüşte bu kelimenin kısaltılmışının (Şia terimi) kullanımı da ilk yüzyıllarda yaygındı.[9] İslam’ın ilk dönemlerindeki Müslümanlardan bazılarının, imamet konusunda Peygamber efendimizden (s.a.a) sonra İmam Ali (a.s) için özel bir hakka kail olmaları ve bu grubun “Ali’nin Şiası” (Şiatu Ali) olarak tanınmaları tarihi hususlardan biridir. Nitekim Sıffin Savaşı hakkındaki verilere göre “Şia” unvanı İmam Ali’nin (a.s) özel ashabından bir grup için kullanılmaktaydı[10] ve aynı şekilde İmam Hasan’ın (a.s) barış (41 yılında) antlaşmasının şartlarından biri Muaviye’nin “Ali Şiaları”ndan hiçbirine zulmetmeyip, zarar vermemesiydi.[11]
Şia’da Bölünmeler
Şia mezhebinde Ehlibeyt’ten ilk üç rehber yani İmam Ali, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s) döneminde hiçbir şekilde bir bölünme olmadı. Ancak İmam Hüseyin’in (a.s) şehit edilmesinden sonra çoğunluk İmam Seccad’ın (a.s) imametine inandılar ve Keysaniyye diye tanınan bir azınlık da Hz. Ali'nin (a.s) üçüncü oğlu Muhammed b. Hanefiyye'yi imam olarak kabul ederek onun dördüncü imam olup “Razva” dağında gizlenen ve bir gün zuhuru beklenilen Mehdi (a.s) olduğuna inandılar.[12]
İmam Seccad’ın (a.s) şehadetinden sonra Şiilerin çoğu oğlu İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) imametine inanırken bir grup azınlıksa, İmam Seccad’ın (a.s) diğer şehit oğlu Zeyd’in imametine inanarak Zeydiyye olarak adlandırıldılar.[13]
İmam Bakır’ın (a.s) şehadetinden sonra onun Şiaları, oğlu İmam Cafer Sadık’ın (a.s) imametine inandılar ve İmam Sadık’ın (a.s) şehadetinden sonra ise çoğunluk onun evladı İmam Musa Kâzım'ı (a.s) yedinci imam kabul ettiler. Diğer bir grup ise İmam Sadık (a.s) hayattayken ölen ve İmamın büyük evladı olan İsmail’i imam kabul ederek Şii çoğunluktan ayrılarak İsmailiyye diye meşhur oldular. Bir grup da İmam Sadık’ın (a.s) diğer oğlu Abdullah Eftah’ı, başka bir grup da oğlu Muhammed'i kendilerine imam olarak tayin ettiler ve bazıları da Hazretin kendisinin son imam olduğunu sandılar.[14] İmam Musa Kâzım’ın (a.s) şehit edilmesinden sonra Şiaların çoğunluğu oğlu İmam Rıza’yı (a.s) sekizinci imam olarak tanırken, bazıları da yedinci İmamda sabit kalarak "Vakıfiyye" adıyla meşhur oldular.[15]
Sekizinci İmamdan itibaren Şiilerin çoğunluğunun inancına göre zuhur etmesi beklenen ve on ikinci imam olan İmam Mehdi’ye (a.f) kadar önemli ve kayda değer bir bölünme olmadı. Bazı ayrışma vakıalar olduysa da fazla sürmeyip kendiliğinden dağıldı. Örneğin: Onuncu İmamın oğlu Cafer, kendi kardeşi olan 11. İmamdan sonra imamlık iddiasında bulunmuş ve bir grup da ona inanmışlardı; ancak bu uzun sürmedi ve hemen dağıldılar. Cafer de bu iddiasında ısrar etmedi. Aynı şekilde Şia âlimleri arasında kelam ve fıkıh alanlarındaki bilimsel meselelerde meydana gelen bir takım fikir ayrılıklarını da mezhep bölünmesi olarak saymamak gerekir.[16]
Şia çoğunluğunun karşısında yer alan ve bahsedilen bölünmüş fırkaların hepsi kısa bir süre sonra dağılmışlardır ve yalnız Zeydiyye ve İsmailiyye fırkaları varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Günümüzde bu fırkalara mensup gruplar Yemen, Hindistan, Lübnan gibi dünyanın çeşitli yerlerinde yaşamaktadırlar.[17]
On İki İmam Şiası, Zeydiyye ve İsmailiyye
Şimdiye kadar değindiğimiz azınlık gruplarının kendisinden koptuğu ve ayrıldığı Şia çoğunluğuna, “İmamiyye Şiası” veya “İsna Aşeriyye Şiası” (on iki imam Şiası) denir. On iki imam Şiası İslami meselelerden iki temel meseleye itiraz ve eleştirisinden dolayı meydana gelmiştir. İki temel konu, "İslam hükümeti ve ilmi mercilik" meseleleridir ki Şia onları Ehlibeyt'in özel hakkı olarak bilmektedir.[18]
Şialar şöyle söylemekteydi: Bâtıni velayeti ve manevi rehberliği içeren ve daima beraberinde taşıyan İslami hilafet, Hz. Ali (a.s) ve evlatlarının hakkıdır ve bunlar, Peygamberin (s.a.a) ve Ehlibeyt imamlarının açıklamalarına göre on iki kişidir. Aynı şekilde şöyle söylemektedirler: Eksiksiz manevi hayatı içermekle birlikte şeriatın kanun ve hükümlerini teşkil eden Kur’an’ın zahiri talimatı, itibar (geçerlilik) ve asalete sahiptir ve kıyamete kadar da görmezden gelinmesi mümkün değildir ve bu kanunların ancak Ehlibeyt yoluyla elde edilmesi gerekir.[19] İmamiyye Şiası ve Zeydiyye Şiasının arasındaki genel fark şudur; Zeydi Şiiler genellikle İmamiyye Şialarının aksine imameti Ehlibeyt’e (a.s) özgü bilmemekle birlikte, imamların sayısının on iki ile sınırlı olduğunu kabul etmemiş ve Ehlibeyt fıkhına göre hareket etmemişlerdir.
On iki imam Şiası ve İsmailiyye Şiileri arasındaki genel fark da şudur: İsmaililer imametin, yedi sayısı üzerinde döndüğüne ve nübüvvetin Hz. Muhammed’le (s.a.a) son bulmadığına ve şeriat hükümlerinde değiştirme yapmanın hatta teklifin, kökten kaldırılmasının özellikle Bâtıniyye'ye göre mümkün olduğuna inanırlar. Onların aksine İmamiyye Şiası, Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamberlerin sonuncusu (Hatemü’l Enbiya) olduğuna, onun on iki vasisi olduğuna ve aynı şekilde şeriatın zahirinin geçerli oluşuna ve nesh olmayacağına inanır ve Kur'an-ı Kerim’in de hem zahiri ve hem de bâtını olduğunu ispatlarlar.[20]
İmamiyye Şiası’nın Tarihine Kısa Bir Bakış
Şiaların çoğunluğu on iki imam Şiası’dır ve bunlar Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra Ehlibeytin hakkını ihya etmek için hilafet ve ilmi mercilik hususunda itirazda bulunup çoğunluktan kopmuş olan Hz. Ali'nin (a.s) dostları ve taraftarlarıdır.[21]
Şia, Hulefa-i Raşidin zamanında (11-35 h.k) sürekli baskı altındaydı ve onlardan sonra da Ümeyye oğullarının (Beni Ümeyye) hilafeti döneminde (40-132 h.k) mal ve can güvenlikleri yoktu; ancak kendilerine yapılan baskı ve zulüm arttıkça inançlarında daha da ısrarcı oluyorlardı ve özellikle mazlumiyetlerinden, inançlarını güçlendirme ve ilerletmede çok yararlanıyorlardı. Daha sonra ikinci yüzyılın ortalarında Abbasi halifelerinin, İslam hükümetini ele geçirdiği sırada gerçekleşen serbestlik ve boşluktan yararlanan Şialar biraz da olsa, rahat nefes aldılar. Ama bu durum pek fazla sürmedi ve Şia'nın hakları yeniden kısıtlanmış ve üçüncü yüzyılın sonlarına dek kısıtlama gün geçtikçe artmıştır.[22]
Dördüncü yüzyılın ilk dönemlerinde Şia mezhebine mensup, nüfuzlu Âl-i Büveyh padişahlarının yönetime gelmesiyle Şialar kuvvetlenmiş ve serbest faaliyet yapma fırsatı elde etmiş ve ayaklanmalar başlatmışlardır. Beşinci yüzyılın sonlarına kadar durum bu şekilde devam etti. Altıncı yüzyılın başlarında Moğolların saldırısı sonucunda oluşan genel sıkıntılar ve Haçlı seferlerinin sürüp gitmesinden dolayı, İslam hükümetleri tarafından Şia âlemine önemli kısıtlamalar olmadı. Özellikle İran'da Moğol padişahlarından bir kısmının Şia mezhebini kabullenmesi ve Mazenderan’da Mer’aşi sultanlarının hüküm sürmesi, Şiilerin nüfuzunun artmasında ve güçlenmesinde, İslam devletlerinin dört bir yanında bilhassa İran'da milyonlarca Şia'nın fark edilecek şekilde bir araya gelmesine yardımcı olmuştur. Bu durum, dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Onuncu yüzyılın başlarında, o zamandaki büyük İran'da Safeviye saltanatının zuhuruyla Şia mezhebi resmiyet kazanmış ve şimdiye kadar da (on dördüncü yüzyılın sonlarında) resmiyetini korumuştur. Bunun yanı sıra dünyanın dört bir köşesinde on milyonlarca Şii yaşamaktadır.[23]
Hilafet Meselesi ve İlmi Mercilik
Şia, İslami öğretilerden elde ettiği inançlar esasınca, toplum için birinci derecede İslami öğretilerin ve dini kültürün aşikâr olmasının gerekli olduğuna ve bunların toplum arasında tamamen yayılmasının önemli olduğuna inanmaktadır.[24]
Başka bir deyişle öncelikle: toplumun fertleri dünyaya ve insana gerçek (reel) gözle bakmalı, kendi insani vazifelerini (hakiki maslahata uygun olanını) tanımalı ve kendi isteklerine zıt olsa dahi yerine getirmelidir.
ikinci derecede: Din üzerine kurulu bir hükümet, toplumda gerçek İslami düzeni, halkın Allah'tan başkasına kul olmamasını, gerçek anlamıyla özgürlüğü, ferdin toplumsal adaletten yararlanmalarını sağlayacak bir biçimde uygulamalı ve onu korumalıdır. Bu iki amaç ancak ismet ve ilahi masumiyete sahip kimselerin vasıtasıyla gerçekleşmelidir. Aksi takdirde kendilerine bırakılan vazifelerde fikri sapıklık ve ihanetten güvende olmayan kişiler, fetva kaynağı yahut bilimsel mercilik makamını ele geçirebilirler. Böylece yavaş yavaş İslam'ın adalet üzerine kurulu özgürlük kaynağı olan İlahi velayet, Kayser (Bizans hükümdarlarının unvanı) ve Kisra (Sasani padişahlarına verilen unvan) saltanatına dönüşür ve İslam'ın yüce öğretisi diğer dinlerde olduğu gibi, egoist ve heveslerine kapılan aydınların eliyle tahrif edilebilir. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) tasdik ettiği üzere, yaptığı işlerin ve konuştuğu sözlerin ve izlediği yolun tamamı Kur'an-ı Kerim ve Sünneti Peygamber'in (s.a.a) sünnetine uygun olan bir kimse varsa o da ancak Hz. Ali'dir.[25]
Kureyş kabilesinin Hz. Ali'nin (a.s) hilafetine karşı olduklarını söyleyen çoğunluk, nasıl ki zekât vermekten kaçınan cemaatle savaştılar ve onlardan zekât almaktan vazgeçmedilerse, Kureyş kabilesinin muhalefetinden korkup hakkı ihlal etmek yerine, hak hilafete karşı çıkanları da hakka yönlendirmeleri, baş kaldıranları kendi yerlerine oturtmaları gerekirdi.[26]
Şia'yı seçimle hilafeti kabul etmekten alıkoyan, daha sonra meydana gelebilecek acı olaylardan; yani İslami hükümetin yöntemimin fesat olması ve yüce dini öğretilerin temelinin yok olması endişesiydi. Nitekim sonra gerçekleşen olaylar da bu inancın (veya tahminin) doğru olduğunu gün geçtikçe aydınlatmaktaydı. Böylece Şiilerin akidelerine olan inançları daha fazla artıyordu. Şiiler zahirde çoğunluk içerisinde eritilmesine, parmakla sayılacak kadar azınlık olmalarına, İslam öğretisini gizlice Ehlibeyt'ten öğrenmeye ve kendi yollarına davet etmeye ısrarlı olmalarına rağmen İslam gücünün korunması ve ilerlemesi için aleni muhalefetten kaçınıyorlar hatta onlarla omuz omuza cihada gidiyorlar, toplumsal işlerde onlara katılıyorlardı. Hz. Ali'nin (a.s) kendisi de İslam'ın maslahatını göz önünde bulundurarak gereken yerlerde çoğunluğa yol gösteriyordu.[27]
Hilafetin Seçime Sunulması ve Şia Görüşüne Aykırı Oluşu
Şia, yasaları Allah'ın kitabı ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetinde belirlenen semavi İslam şeriatının hiçbir zaman değişmeyeceğine ve kıyamete kadar kendi itibarını koruyacağına[28] ve İslam hükümetinin, hiçbir bahane ile İslam dininin kanunlarını tamamen uygulamaktan kaçınamayacağına inanmaktadır. İslam hükümetinin tek görevi, zamanın maslahatını göz önünde bulundurarak şeriat sınırı çerçevesinde şûra ve meşveretle bazı kararlar almasıdır. Ancak siyasi amaçlar üzere gerçekleşen biat olayı ve yine Hz. Peygamber'in (s.a.a) hastalığının son günlerinde gerçekleşen kâğıt ve mürekkep hadisesi, hilafetin seçimle olmasına taraftar olanların bu konuda, Allah'ın Kitabının bir anayasa gibi korunması gerektiğine ve Peygamber'in (s.a.a) açıklamaları ve sünnetininse değer ve itibar noktasında sabit olmadığına ve hatta İslam hükümetinin siyaset icabı, onları uygulamayabileceğine inandıklarını göstermektedir.[29]
Onların bu görüşü, daha sonraları sahabe hakkında nakledilen birçok rivayetlerle (örneğin; Sahabeler müçtehittirler. İçtihat ve maslahatlarında isabet ederlerse sevap kazanırlar ve eğer hata yaparlarsa mazurdurlar) onaylandı. Bunun apaçık örneği, Halifenin komutanlarından Halid b. Velid'in, Müslümanların sayılır şahıslarından olan Malik b. Nüveyre'nin evinde misafir olduğu gece gerçekleşti. Halid, Malik'i gafil avlayıp öldürdü, başını ocağa bırakıp ateşte yaktıktan sonra o geceyi Malik'in hanımıyla birlikte geçirdi! Halife ise bu utanç verici, yüz kızartıcı cinayetlerin ardından "Devletin böyle komutana ihtiyacı vardır" bahanesiyle Halid hakkında şeriat hükümlerini uygulamadı.[30]
Aynı şekilde Humusun, Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ehlibeyti ve yakınlarına verilmesini önlediler ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) hadislerini yazmayı yasakladılar. Eğer bir yerden yahut bir kimseden yazılı hadis ele geçirilseydi onu zabtedip yakıyorlardı ve bu hadis yazma yasağı Hulefa-i Raşid'in döneminden Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz'in (99-102) hilafeti dönemine kadar sürdü. İkinci Halife döneminde (13-25 h.k.) bu siyaset daha fazla netlik kazandı ve hilafet makamı, Temettü haccı, Mut'a nikâhı ve ezanda Hayye ala Hayr'il-Amel denilmesi gibi bir takım şeriat kurallarını yasakladı ve üç talakın (boşamanın) bir oturumda geçerli olması gibi, şeriatta olmayan bir takım şeyleri de yasa haline getirdi.[31]
Müslümanların arasında farklı sınıfların oluşmasına ve korkunç kanlı sahnelerin meydana gelmesine neden olan beytülmalın halkın arasında farklılık gözetilerek bölünmesi ikinci halife döneminde başladı. Ömer’in hilafeti döneminde Muaviye Şam’da Kayser ve Kisra sultanlarına uygun geleneklerle hükümet ediyordu ve bu durum karşısında ona “Arab’ın Kisrası” lakabını veren halife, ona hiçbir şekilde müdahele edemiyordu.[32]
İkinci halife hicri 23 yılında İranlı bir köle tarafından öldürüldü. Halifenin emriyle kurulan altı kişilik şûranın çoğunluğun oyuyla üçüncü halife işlerin idaresini eline aldı. O, hilafeti döneminde kendi Emevi akrabalarını halka musallat etmiş, Hicaz, Irak, Mısır ve diğer İslami ülkelerde de işleri bunlara devretmişti, oysa onlar kayıtsızlık ve sorumsuzlukta kararlı oldukları için alenen zulmetmeye, günah işlemeye ve o zamana dek uygulanan İslam kanunlarının aksine hareket etmeye başladılar. İslam ülkelerinin dört bir yanından şikâyetler sel gibi darü’l hilafeye akmaya başladı. Halife ise, Emevi yakınlarının bilhassa Mervan b. Hakem'in etkisi altında kaldığından gelen şikâyetleri önemsemiyordu. Hatta bazen şikâyet edenlerin takip edilmesi ve onlara sert davranılması emrini veriyordu. Sonunda hicretin 35. yılında halk ona karşı ayaklanmaya başladı ve birkaç günlük süren çatışma ve muhasara sonucu halife öldürüldü.[33]
Üçüncü Halife kendi hilafeti döneminde, Emevi akrabalarından Muaviye'nin yönetiminde olan Şam hükümetini daha fazla güçlendiriyordu. Öyle ki hilafetin ağırlığı Şam'da toplanmış, Medine'de bulunan darü’l hilafe teşkilatının dış görünümden başka bir şeyi kalmamıştı. Birinci Halife, sahabelerin çoğunluğunun seçimiyle, İkinci Halife de birinci Halifenin vasiyeti üzerine, Üçüncü Halife ise, fertleri ve tüzüğü İkinci Halife tarafından belirlenen altı kişilik şûranın tayini üzerine hilafeti ele aldılar. İlk üç Halifenin yirmi beş yıl süren hilafetlerinde, işleri idare etmede izledikleri siyasetleri şuydu: İslam kanunları içtihat üzerine ve hilafet makamı tarafından teşhis edilen maslahatlara göre uygulanır. İslam öğretilerinde ise izledikleri yol, Kur'an'ın tefsir edilmeden ve araştırılmadan okunması ve Peygamber'in (s.a.a) hadislerinin yazılmadan rivayet edilmesi, kulak ve ağız haddini aşmamasıydı.[34]
Yazmak, sadece Kur'an-ı Kerim'le sınırlandırılmış, hadis yazmak ise yasaklanmıştı. Hicri 12. yılında sona eren Yemame savaşı’nda sahabelerden Kur'an karisi olan bir grup hafızın ölmesi üzerine, Ömer b. Hattab birinci Halifeye Kur'an'ın bir mushafta toplatılmasını önerdi. O, kendi önerisinde şöyle diyordu: Eğer yeniden bir savaş çıkar ve geriye kalan Kur'an hafızları da öldürülürse Kur'an yok olacaktır. Dolayısıyla, Kur'an ayetlerini bir mushafa toplayıp yazmamız gerekir. Kur'an hakkında bu kararı alırken Kur'an'ın peşi sıra gelen Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleri aynı tehlike ile karşı karşıya olduğu halde onları muhafaza etmeye önem vermediler. Unutulma, uydurulma, eksik ve fazla nakledilme, lafzının değil de algılanan anlamın nakledilmesi gibi tehlikelere rağmen hadisleri koruma önemsenmemekle birlikte yazılması bile yasaklanıyor ve ele geçirilen bütün hadisler yakılıyordu ve çok kısa bir süre içerisinde öyle bir durum meydana geldi ki İslam'ın namaz gibi tartışılmaz apaçık meselelerinde dahi birbiriyle zıt hadisler ortaya çıktı. Bu zaman içerisinde diğer bilim dallarında da bir ilerleme olmadı. Böylece Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin (s.a.a) açıklamalarında bilimle ilgili methetmeler ve bilimleri ilerletip yaymaya olan teşvik ve tekitler, sonuç vermeyip etkisiz kaldı. Halkın çoğunluğu, birbirinin ardından nasip olan zaferlerin ve Arap yarımadasına dört bir yandan akan hadsiz hesapsız ganimetlerin verdiği sevinç ve neşeyi yaşamakla meşgul idiler. Risalet hanedanının ve bunların en ileri geleni ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) buyurduğuna göre İslam öğretileri ve Kur'an'ın anlamları konusunda halkın en bilgini olan Hz. Ali'nin (a.s) bilimşeri dikkate alınmadı. Hatta Kur'an-ı Kerim'in bir araya toplanılmasında (Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ali'nin, evine kapanıp Mushafı bir araya topladığını bildikleri halde) ondan yararlanmadıkları gibi adından bile söz etmediler.[35] (Bakınız: İmam Ali’nin Mushafı)
Bu ve benzeri bir takım işler, Hz. Ali'nin (a.s) takipçilerini kendi inançlarında daha sabit, olayların gidişatı karşısında daha uyanık olmalarına ve günden güne de çalışmalarını artırmalarına neden oldu. Halkı umumi olarak eğitmekten, mahrum edilen Hz. Ali (a.s) ise insanları özel olarak eğitmeye başladı.[36]
Bu yirmi beş yıl zarfında, bütün durumlarda ona tabi olan dört dostundan üçü (Selman-ı Farisi, Ebu Zer Gıfari ve Mikdad) vefat ettiler. Ama sahabelerden bir grup ve Hicaz, Yemen, Irak ve diğer yerlerde bulunan tabiinden kalabalık bir grup Hz. Ali'nin (a.s) destekçileri arasında yer aldılar ve neticede üçüncü Halifenin ölümünden sonra, her bir taraftan ona yöneldiler. Ona biat edip halife olarak seçtiler.[37]
İmam Ali’nin (a.s) Hilafeti
Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti hicri 35 senesinin sonlarına doğru başladı ve yaklaşık dört yıl, dokuz ay sürdü. Ali (a.s), hilafeti döneminde Peygamberimizin (s.a.a) olaylara bakış açısını, tavrını ve meseleleri çözmedeki metodunu örnek alarak önceki halifeler zamanında meydana gelen birçok değişiklikleri eski durumuna getirdi. Liyakatsiz hükümdarları, makamlarından aldı. Aslında Hz. Ali'nin (a.s) gerçekleştirdiği, birçok zorlukları içeren bir ayaklanma ve devrim idi.[38]
Hz. Ali (a.s) hilafetinin ilk gününde halka yaptığı konuşmasında şöyle buyurdu: Haberiniz olsun! Belanız tıpkı Allah'ın Peygamberinin (s.a.a) Bi’set’i gününde olduğu gibi döndü-dolaştı gene gelip sizi buldu. İyice altüst olmalısınız. Arkada kalan fazilet sahipleri öne düşmelidirler. Zorla ve haksız yere öne düşenler de geri kalmalıdırlar. (Hak ve batıl vardır ve her birinin de ehli vardır, insan hakka itaat etmelidir) Batılın çoğunluğu oluşturması yeni bir şey değildir. Hak, az olsa da bazen öne geçer ve ilerlemesi de beklenmektedir. Elbette insana sırt çeviren şeylerin tekrar bir daha ona yönelmesi pek nadir olur."[39]
İmam Ali’nin (a.s) hükümetinin başlamasıyla menfaatleri tehlikeye düşen muhalif unsurlar, her köşe bucaktan isyan bayrağı açarak, üçüncü halifenin kanını gütme bahanesiyle, Ali'nin (a.s) hilafet dönemini kapsayan kanlı iç savaşlar meydana getirdiler. Şia'nın görüşüne göre bu iç savaşlara neden olanların şahsi menfaatlerinden başka bir maksatları yoktu ve üçüncü halifenin kanını gütme davası, avam halkı aldatma aracından başka bir şey değildi ve hatta bu olayların vuku bulmasında yanlış anlaşılma söz konusu bile değildi.[40]
Cemel Savaşı olarak adlandırılan ilk savaşın çıkma nedeni, ikinci halife döneminde beytülmalın eşitsiz bir şekilde bölünmesi sonucu ortaya çıkan sosyal farklılıklardır. Ali (a.s) resmen halife olarak tanındıktan sonra, Peygamberimizin (s.a.a) siresi gibi, beytülmalı halk arasında fark gözetmeden ve eşit olarak dağıttı ve imamın bu tutumu, Zübeyir ve Talha'yı çok fazla öfkelendirdi. Böylece onlar itaatsizliğe ve başkaldırıya karar vererek Kabe'yi ziyaret etme bahanesiyle Medine'den Mekke'ye gittiler ve Mekke'de bulunan ve Hz. Ali (a.s) ile arası iyi olmayan Ümmü-l Müminin Ayşe'yi de kendilerine uydurup üçüncü halifenin kan davası adına, kanlı Cemel Savaşı’nı meydana getirdiler.[41]
Hâlbuki Talha ve Zübeyir üçüncü Halifenin evi sarıldığı ve öldürüldüğü zaman Medine'de oldukları halde halifeyi savunmadılar ve halife öldürüldükten sonra kendileri ve Muhacirler adına İmam Ali'ye (a.s) ilk biat edenlerden idiler. Aynı şekilde Ümmü’l Müminin Ayşe halkı üçüncü halifenin katline teşvik edenlerdendi ve üçüncü halifenin katlini duyduğunda ona küfürde bulunup sevinç izharında bulundu. Aslında üçüncü Halifenin katline sebep olanlar, Medine'den diğer bölgelere mektuplar yazarak halkı halifeye karşı ayaklandıran sahabelerdi.[42]
Sıffin savaşı adıyla bilinen ve bir yıl altı ay süren ikinci savaşın çıkarılma sebebiyse Muaviye'nin hilafete göz dikmesi ve ona karşı olan hırsı idi. Muaviye, haksız yere yüz binden fazla kişinin kanının döküldüğü bu savaşı, üçüncü halifenin intikamını alma bahanesi ile başlattı. Bilindiği gibi kanın bedelini alma hiçbir zaman savunma yöntemiyle gerçekleşemediğinden dolayı, Muaviye bu savaşta savunma değil de taarruzda bulunuyordu.[43]
Bu savaşın sloganı “üçüncü halifenin intikamını alma” davasıydı, oysaki üçüncü halife, hayatının son günlerinde çıkan karışıklığa son vermek amacıyla Muaviye'den yardım istemişti. Muaviye de bir orduyla Şam'dan Medine'ye doğru hareket etti. Ancak yolda kasıtlı olarak o kadar gecikti ki halife öldürüldü ve bunun üzerine o da tekrar Şam'a dönüp Halifenin kan davası adına ayaklandı. Hz. Ali (a.s) şehit olup Muaviye hilafeti ele geçirdikten sonra da halifenin intikamını alma hevesini ve onu öldürenleri takip etmeyi unuttu.[44]
Sıffin Savaşı’ndan sonra Nehrevan savaşı başladı. Bu savaş, içlerinde sahabelerin de bulunduğu bir kısım halkın, Muaviye'nin Sıffin Savaşı’ndaki kışkırtmaları sonucu oluşan ayaklanmalardı. Bunlar, İslam beldelerinde karışıklık çıkarmaya ve emniyetsiz bir ortam yaratmaya başladılar ve nerede Ali'nin (a.s) taraftarlarını bulurlarsa öldürüyorlar;hatta hamile kadınların rahimlerini parçalayarak ceninleri çıkarıp başlarını kesiyorlardı.[45] Ali (a.s) bu kargaşaya da son verdi,ancak kısa bir müddet sonra Kufe camisinde namaz kılarken, haricilerden birisinin eliyle şehit edildi.[46]
Şia'nın Hz. Ali'nin Hilafetinden Yararlanması
Hz. Ali (a.s), dört yıl dokuz ay süren hilafeti döneminde İslam ülkesinin karışık durumunu tamamen önceki durumuna getiremese de, üç temel açıdan başarılı olabildi:
1- Kendi adaletli yaşamı ile Resul-i Ekrem'in (s.a.a) çekici ahlaki çehresini halka ve özellikle de yeni yetişen nesile sergiledi. O, Muaviye'nin Kayser ve Kisra’yı anımsatan yaşamına karşılık halkın en fakiri gibi yaşıyordu. İmam Ali (a.s) kendi aile, yakınları ve arkadaşlarını diğerlerinden üstün tutmadı ve zengini fakire, güçlüyü zayıfa tercih etmedi.
2- O kadar yıpratıcı işler ve meşguliyetlerle uğraşmasına rağmen ilahi maarifleri ve hakiki İslami öğretilerle dolu değerli birikimleri halka aktardı. Hz. Ali'nin (a.s) muhalifleri şöyle diyorlar: "O, cesaretli birisiydi siyaset adamı değil; zira o hilafetinin ilk döneminde muhalif unsurlarla barış yaparak dalkavuklukla onları razı edebilir ve böylelikle kendi hilafetini güçlendirdikten sonra onları kökten yok edebilirdi." Bu hadisenin bir benzeri de, Allah Resulünün (s.a.a) Bi'set’i döneminde de gerçekleşmişti ve kâfirler ve müşrikler defalarca Hz.Peygambere (s.a.a) anlaşma teklifinde bulunmuşlar ve o Hazretin onların putlarına saldırmadığı sürece onların da Peygamberin (s.a.a) davetine karışmayacakları önerisinde bulunmuşlardı. Ancak Peygamber Efendimiz (s.a.a) o zor günlerde düşmanlarla uzlaşarak kendi mevkisini güçlendirdikten sonra onlara muhalefet etme olasılığı varken bunu yapmadı. Esasen İslami davet, bir hakkı diriltmek uğruna başka bir hakkın yok olmasına yahut bir batılın başka bir batılla ortadan kaldırılmasına asla izin vermez.
Bu hususla ilgili Kur'an-ı Kerim'de birçok ayet vardır. Bundan ziyade Hz. Ali'nin (a.s) muhalifleri zafere ulaşmak ve hedeflerine varmak uğruna her türlü suç ve cinayeti işlemekten, İslam'ın sarih (istisnasız bütün) kanunlarını çiğnemekten kaçınmıyorlardı ve üstelik işledikleri günah ve lekeleri, sahabi ve müçtehit oldukları hasebiyle temize çıkarıyorlardı; Ancak İmam Ali (a.s) her zaman için İslam kanunlarına bağlıydı. Hz. Ali'den (a.s) akli, dini ve toplumsal bilim dallarında on bir bine yakın kısa sözler kaydedilmiştir ve İslam öğretileri, yaptığı konuşmalarında çok sade ifadeyle ve en edebi üslupla beyan etmiştir. İmam Ali (a.s), Arap diline düstur yazan ve Arap edebiyatının temelini atan kimsedir. İslam'da İlahi felsefenin derinliklerine inerek serbest kanıtlama ve mantıki burhanla konuşan ve o güne kadar dünya filozofları arasında dikkate alınmayan meseleleri gündeme getiren ilk kimsedir. O bu konuya o kadar özen gösterirdi ki hatta savaş esnasında bile bilimsel tartışmalar yapardı.
3- İmam Ali (a.s) aralarında Üveys-i Karani, Kumeyl b. Ziyad, Meysem-i Temmar ve Reşid Hicri gibi İslam ariflerinin nezdinde tanınan ve içlerinden bazıları Fıkıh, Kelam, Tefsir, Kıraat ve diğer bilimlerde kaynak sayılan zahid ve marifet ehli çok sayıda kişiyi yetiştirmiştir.
İnançlar
İnsan inançsal konular noktasında kayıtsız kalamaz veya bir eğiticiden ya da her hangi birinden taklit edemez. Kur’an’ın sarih ayetlerinde de onaylanan, akli fıtratının nidası gereğince, Usul-i Din adıyla bilinen ve en önemlileri Tevhid, Nübüvvet, İmamet ve Mead olan inanç esaslarını kişinin araştırarak üzerinde tefekkür etmesi ve inceleme yapması farzdır.[47]
Usul-i Din’in aksine Füruu Din’de (yani amel ile alakalı olan hüküm ve kanunlarda) her Müslüman’ın fıkıh konularını araştırma veya tefekkür yoluyla elde etmesine gerek yoktur. Namaz, oruç veya zekâtın farz oluşu gibi dinin zaruriyetlerinden (Müslümanların hepsinin kabullendiği tartışma götürmeyen kesin hükümleri) olmadığı sürece şu üç yolu seçmede özgürdür[48]:
- Müçtehit olup hükümleri delillerden çıkarabilmeli.
- Üzerine düşen görevini yerine getirdiğinden emin olabilecek bir şekilde ihtiyat etmelidir.
- Bir müçtehidi taklit etmek yani onun emirlerine göre hareket etmeli ve taklit edilecek müçtehit dünyaya düşkün olmamalı ve bilgi açısından diğer müçtehitlerden de üstün olmalıdır.
Usul
Ana Madde: Usul-i Din
Tevhid
Ana Madde: Tevhid
Allah Teâlâ, birdir ve eşi benzeri yoktur. Ezeli ve ebedi, ilk ve son, âlim, hekim, adil, her yerde olan, işiten ve görendir. Yaratılanların nitelemeleri ile tavsif edilemez. O cisim değildir ve bir şekli ve yahut bir sureti yoktur. Allah Teâlâ cevher de değildir, arez de. Allah için bir ağırlık ve hafiflik, hareket ve hareketsizlik, yer ve zaman tasavvur edilemez. Ona işaret edilemez ve zihin ve hayale sığmaz. Bizim zihnimizde meydana gelen şeyler bizim zihnimizin yarattığı bizim gibi varlıklardır, Allah değil.[49]
Mead
Ana Madde: Mead
Nübüvvet
Ana Madde: Nübüvvet
İmamet
Ana Madde: İmamet
Füruu
Ana Madde: Füruu Din
Dünyadaki Şii Nüfusunun Dağılımı
Dünyanın farklı ülkelerinde dağınık bir şekilde bulunan Şiaların nüfusunun çoğunluğu orta doğu ve Basra Körfezi'nde bulunmaktadır. İran, Irak, Azerbaycan ve Bahreyn olmak üzere bu dört ülkenin nüfusunun çoğunluğu Şia’dır. Bunlar arasında İran ve Irak Şii nüfusa en fazla yer veren ülkedir. Safevi hükümeti zamanından beri İran’ın resmi mezhebi Şiiliktir. 1979 yılında İran İslam devrimi'nin zaferinden sonra İmam Humeyni’nin (r.a) rehberliğinde Velayet-i Fakih nazariyesine dayalı mezhebi hükümet halk tarafından seçildi.
Ülke Adı! Şii Nüfus! Şiaların Yüzdesi (Diğer Müslüman nüfusa oranla)İran | 66 – 70 milyon | % 90 – 95 |
Irak | 19 – 22 milyon | % 65 – 70 |
Bahreyn | Yaklaşık Yarım milyon | % 65 – 75 |
Azerbaycan | 5 – 7 milyon | 85-75 % 75 - 85[51] |
Arabistan | 2/5 - 4 milyon % 10-15 | |
Lübnan | 1 - 2 milyon | % 45-55[52] |
Afganistan | 3 - 4 milyon | % 20[53][54] |
Kuveyt | 500 ila 700 bin % 20-25 | |
Yemen | 8 - 10 milyon | % 35-40 |
Suriye | 3 - 4 milyon | % 15- 10 |
Hindistan | 24 milyon | % 10-15 |
Pakistan | 35 milyon | % 10-15 |
Nijerya | Yaklaşık 4 milyon | Yaklaşık % 5 |
Kanada | 66000 | % 10 |
Avustralya | 36500 | % 10'dan az |
Yeni Zelanda | 370 kişi’den az | % 1’den az |
Fiji | 530 kişiden az | % 1’den az |
Arjantin | 78500 | % 10’dan az |
Amerika | 370000 | % 15’den az |
Brezilya | 19000 | % 10’den az |
Dış Bağlantılar
Kaynakça
- ↑ Beyyine Suresi, 7. ayet.
- ↑ Suyuti, Ed-Dürrü’l Mensur, c. 6, s. 379.
- ↑ En-Nubahti, Fıraku’ş-Şia, s. 18.
- ↑ Bakınız; Şehabi, Edvarı Fıkıh, c. 2, s. 282.
- ↑ İbn Tavus, Keşfü’l Muhecce li Semereti’l Muhecce, s. 174; Hekimi, Hamase-i Gadir, s. 167; aşağıda belirtilen kitaplarda da hutbe zikredilmiştir, ancak zikredilen metinle aynı değildir; ama “Benim Şialarım” (شیعتی) lafzı kullanılmıştır: İbn Kuteybe ed-Dinveri, el-İmame ve’s Siyase, c. 1, s. 133; es-Sakafi el-Kufi, el-Garat, c. 1, s. 302 – 303.
- ↑ El-Müfid, el-İrşad, c. 1, s. 237 – 238: ومن كلامه عليه السلام في صفة شيعته المخلصين ما رواه نقلة الآثار: أنه خرج ذات ليلة من المسجد، وكانت ليلة قمراء، فأم الجبانة و لحقه جماعة يقفون أثره، فوقف ثم قال: من أنتم؟ قالوا: نحن شيعتك يا أمير المؤمنين، فتفرس في وجوههم ثم قال: فما لي لا أري عليكم سيماء الشيعة؟ قالوا: و ما سيماء الشيعة يا أمير المؤمنين؟ فقال: صفر الوجوه من السهر، عمش العيون من البكاء، حدب الظهور من القيام، خمص البطون من الصيام، ذبل الشفاه من الدعاء، عليهم غبرة الخاشعين (İmam Ali (a.s) gece vakti bir cemaatin önünden geçerken, cemaat ayağa kalkıp acele ederek ona doğru geldiler. Hz. Ali: “Bana gelen cemaat kimlerdir?” diye sorunca: “Biz senin Şialarınız ey Müminlerin Emiri!” dediler. Hz. Ali onlara: “Hoş geldiniz” dedikten sonra “O zaman neden sizlerde Şiaların alamet ve göstergelerini göremiyorum” diye sordu. Onlar “Şialarınızın alamet ve göstergeleri nelerdir” dediler ve bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Şiamız, Allah Teâlâ’yı sıfatıyla tanıyan, Allah’ın emirleriyle amel edenlerdir. Fazilet ehlidirler. Doğru konuşurlar. Yiyecekleri azık, giydikleri iktisatlıdır. Tevazu ile yolda yürürler. Allah’a olan itaatlerinin çokluğundan bedenleri zayıflamış, yaptıkları ibadetle ona boyun eğmişlerdir. Allah’ın haram kıldığı şeylere gözlerini kapatmış, Allah’ı iyice tanımak için bütün hislerini seferber etmişlerdir. Dünyadan korkmazlar. Esenlik zamanlarında nefsanî arzuları ne ise bela ve meşakkat anında da aynıdır. Allah’ın kazasına razıdırlar. Allah’ın onlara biçtiği ecel olmasaydı, bir an evvel Allah’a ve nail olacakları sevaba kavuşmak iştiyakından ve can yakıcı azaptan korktuklarından dolayı göz açıp kapayıncaya kadar ruhları, bedenlerinde sabit kalmayacaktı. Bu kâinatın yaratıcısı onların nazarında yücelmiş, başkası gözlerinin önünde küçülmüştür. Cennet bahsinde onlar, sanki cenneti gözüyle görüp koltuklarının üzerine yaslanmış gibidirler. Cehennem bahsinde ise sanki cehennem ateşini gözleriyle görüp onda azaplandırılan kimseler gibidirler. Dünyanın birkaç gününün eziyetine sabredip öldükten sonra onlara hemen bir esenlik gelir. Dünya onları arzuladı, onlar ise dünyayı istemediler. Dünya onları talep eyledi fakat onlar, dünyayı emelinden aciz bıraktılar. Geceleyin namazda dururlarken, ayaklarını yan yana getirip Kuran-ı Kerim’in cüzlerini güzelce yavaş yavaş okurlar.) Şeyh Saduk da bu sözü çok az bir farkla kitabında nakletmiştir: bakınız; Saduk, Sıfatu’ş-Şia, s. 40 - 42.
- ↑ Meryem suresi; 69.
- ↑ Kasas Suresi; 15.
- ↑ Ahmed b. Hanbel, Müsnedi Ahmed, c. 1, s. 148 ve 278.
- ↑ Nasr b. Muzahim, Vak’etu Sıffin, s. 86 - 359.
- ↑ Örneğin bakınız; Ebü’l Ferec, s. 43.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 64.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 65.
- ↑ a.g.e, s. 65.
- ↑ a.g.e, s. 65.
- ↑ a.g.e, s. 65.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 66.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 73.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 73.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 73 - 74.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 74.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 75.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 75.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 31.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 31 - 32.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 32.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 32 - 33.
- ↑ Allah-u Teâlâ kendi kelamında şöyle buyurmaktadır: “Kuşkusuz, kendilerine Kur'ân geldiğinde onu inkâr edenler (mutlaka bunun cezasını çekeceklerdir). Hâlbuki o üstün bir kitaptır ki, önünden de, ardından da ona batıl gelmez. Hikmet sahibi ve övgüye layık olan (Allah) tarafından indirilmedir.” (Fussilet Suresi; 41 / 42)(وَ إِنَّهُ لَكِتابٌ عَزِيزٌ لا يَأْتِيهِ الْباطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَ لا مِنْ خَلْفِهِ) Yine Yusuf suresinin 67. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Hâkimiyet yalnız Allah'ındır” (إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ), yani şeriat sadece Allah’ın koyduğu şeriat ve kanunlardır ve buda ancak nübüvvet yoluyla insanlara ulaşmalıdır; zira şöyle buyurmaktadır: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. O, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.” (Ahzab Suresi; 40)(وَ لكِنْ رَسُولَ اللَّهِ وَ خاتَمَ النَّبِيِّينَ) Bu ayeti kerime ile Allah Teâlâ nübüvvet ve şeriatın Hz. Peygamber (s.a.a) ile sonlandığını ilan etmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler, işte onlar, (gerçek) kâfirlerdir.” (Maide Suresi; 44)(وَ مَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِما أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولئِكَ هُمُ الْكافِرُونَ); Tabatabai, Şia der İslam, s. 33 .
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 33 - 34.
- ↑ Tarihi Yakubi, c. 2, s. 10; Tabatabai, Şia der İslam, s. 34.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 34 - 35.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 35 - 36.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 36 - 37.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 37 - 38.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 38 - 39.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 39 - 40.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 40.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 40.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 40 - 41.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 41.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 42 - 43.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 43.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 43.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 43 - 44.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 44.
- ↑ Tabatabai, Şia der İslam, s. 44.
- ↑ Muzaffer, Mesaili İtikadi ez Didgahı Teşeyyü, tercüme: Muhammed Muhammedi İştihardi, s. 23 - 24.
- ↑ Muzaffer, Mesaili İtikadi ez Didgahı Teşeyyü, tercüme: Muhammed Muhammedi İştihardi, s. 25 - 26.
- ↑ Muzaffer, Mesaili İtikadi ez Didgahı Teşeyyü, tercüme: Muhammed Muhammedi İştihardi, s. 30 - 31.
- ↑ «FT_14.06.17_ShiaSunni», Pew Research Center
- ↑ http://www.velayattv.com/fa/page.php?bank=goghrafeyia&id=3
- ↑ Mapping the Global Muslim Population: A Report on the Size and Distribution of the World's Muslim Population". Pew Research Center. september 2013.
- ↑ http://www.aqaed.com/shia/world/afghanistan, september, 2013
- ↑ https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/af.html , september, 2013
- ↑ وَالذي نَفسي بِيده انّ هذا وشيعته لَهُم الفائِزون يَومَ القِيامَة
- ↑ “إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَـٰئِكَ هُمْ خَيْرُ الْبَرِيَّةِ”
- ↑ “بسم الله الرحمن الرحيم، من عبد الله علي أمير المؤمنين إلى شيعته من المؤمنين والمسلمين، فإن الله يقول «وَإِنَّ مِن شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ» وهو اسم شرفه الله تعالى في الكتاب أنتم شيعة النبي محمد صلى الله عليه وآله كما أن محمدا من شيعة إبراهيم اسم غير مختص وأمر غير مبتدع”
Bibliyografi
- Dairetü’l Mearifi Bozorgu İslami, c. 10, Tahran: Merkezi Dairetü’l Mearifi Bozorgu İslami, 1380, Medhali İmamiyye.
- İbn Kuteybe ed-Dinveri, el-İmame ve’s-Siyase, tahkik: Taha Muhammed ez-Zeyni, Kahire: Müessesetu el-Halebi ve Şurekah, c. 1.
- Es-Sakafi el-Kufi, İbrahim b. Muhammed, el-Garat, c. 1, s. Tahkik: es-Seyyid Celalüddin el-Hüseyni el-Ermevi el-Muhaddis, (Mektebetu Ehlubeyt CD)
- Es-Süyuti, Celalüddin, ed-Durrü’l Mensur fi’t Tefsiri bi’l Me’sur, c. 6, Beyrut: Darü’l Marife li’t Tebae ve’n-Neşr.
- Tabatabai, Seyyid Muhammed Hüseyin, Şia der İslam, Kum: Defteri İntişaratı İslami, 1383.
- İbn Hanbel, Müsned-i Ahmed, c. 1, Beyrut; Daru Sadır.
- Hekimi, Muhammed Rıza, Hamase-i Gadir, Kum, Delili Ma 1389.
- Şahabi, Mahmud, Edvarı Fıkh, Tahran: Sazmanı Çap ve İntişaratı Vezareti Ferhenğ ve İrşadı İslami, 1366.
- Saduk, Sıfatu’ş-Şia, tercüme ve tashih: Emir Tovhidi, Tahran: Zurare, 1380.
- El-İsfahani, Ebu’l Ferec, Mekatilu’t-Talibin, tahkik, takdim ve işraf: Kâzım el-Muzaffer, en-Necefü’l Eşref: Menşûratü’l Mektebetü’l Hayderiyye ve Metbeatuha, 1385 / 1965 (Kum, Müessesetu Darü’l Kitab li’t Tabae ve’n-Neşr).
- İbn Tavus, Keşfü’l Muhecce li Semereti’l Muhecce, Necefü’l Eşref: el-Metbeatu’l Hayderiyye, 1370 / 1950.
- Muzaffer, Muhammed Rıza, Mesaili İtikadi ez Didgahı Teşeyyü, tercüme: Muhammed Muhammedi İştihardi, Kum: Defteri İntişaratı İslami, 1375.
- el-Müfid, el-İrşad, Beyrut: Müessesetu Âlu’l Beyt (a.s) li Tahkiki’t Turas, 1414 / 1993.
- Nasr b. Muzahim, Vak’atu Sıffin, tahkik ve şerh: Abdusselam Muhammed Harun, el-Kahire: Müessesetu’l Arabiyyeti’l Hadise li’t Tab’ ve’n Neşr ve’t Tovzi’, 1382, (Kum, Menşûratu Mektebetu Ayetullah Uzma el-Mer’aşi el-Necefi, 1403).
- En-Nubahti, el-Hasan b. Musa, Fıraku’ş-Şia, Beyrut: Darü’l Edva, 1404 / 1984.