Taslak:Peygamberlerin İsmeti
| İlahiyat | |
|---|---|
| Tevhid | Zati Tevhid • Sıfati Tevhid • Efali Tevhid • İbadette Tevhid |
| Füruu | Tevessül • Şefaat • Teberrük • |
| Adalet (İlahi Fiiler) | |
| Hüsn ve Kubh • Beda • Emru'n Beyne'l Emreyn • | |
| Nübüvvet | |
| Peygamberlerin İsmeti • İslam Peygamberinin Hatemiyeti • Gaybet İlmi • Mucize • Kur’an’ın Tahrif Olmadığı | |
| İmamet | |
| İnançlar | İmam'ın Tayin Edilmesinin Gerekliliği • İmamların İsmeti • Tekvini Velayet • İmamların Gaybi İlmi • Gaybet (Küçük Gaybet, Büyük Gaybet), İntizar, Zuhur • Ric'at |
| İmamlar | 1. İmam Ali |
| Mead | |
| Berzah • Cismani Mead • Haşir • Sırat • Amel Defteri • Mizan | |
| Belirgin Konular | |
| Ehlibeyt • On Dört Masum • Takiye • Merceiyyet • İsmet | |
- Bu madde, ‘Peygamberlerin İsmeti’ hakkındadır. İsmet kavramı hakkında bilgi edinmek için İsmet maddesine; İmamların ismeti konusunda ayrıntılı bilgi için ise İmamların İsmeti başlığına bakınız.
Peygamberlerin İsmeti veya Peygamberlerin Masumiyeti (Arapça: عِصمَة الأَنبِياء), Peygamberler’in (a.s) her türlü günah, kötülük ve çirkin davranışlardan uzak, temiz ve günahsız olmaları anlamına gelir. Peygamberlerin ismeti, bütün dinler arasında ortak kabul edilen temel inançlardan biri olarak görülmüştür; ancak bu masumiyetin mahiyeti, dereceleri ve sınırları hakkında farklı görüşler ortaya konulmuştur. Müslüman bilginler, peygamberlerin şirkten, küfürden ve vahiy’i alma ile tebliğ etme (iletme) aşamalarında hata yapmaktan korunmuş oldukları konusunda görüş birliği içindedirler. Bununla birlikte, onların diğer günah türlerinden veya günlük yaşamdaki işlerde (beşeri konularda) hatadan korunup korunmadıkları konusunda ihtilaf (görüş ayrılığı) bulunmaktadır. alimlerin büyük çoğunluğuna göre peygamberler, bu iki konuda da masumdur.
Peygamberlerin ismetinin kaynağı, Allah’ın bir lütfu veya onların itaat ve günah konusundaki derin ve sarsılmaz bilgisi olarak açıklanır. Bu bilgi, bir başkasına öğretilmesi mümkün olmayan (yani kazanılmış değil, verilmiş bir) bilgi türüdür ve nefsin arzuları (şehvetler) karşısında asla yenilgiye uğramaz.
Kur’an’da peygamberlerin ismeti açık ve doğrudan bir biçimde ifade edilmemiştir; ancak müfessirler, örneğin Bakara Suresi’nin 36. ayeti gibi ayetlerin yorumunda, Adem (a.s) ile Havva’nın cennetten çıkarılışını anlatan pasajlarda ismet meselesi üzerinde durmuşlardır. Kelam alimleri, peygamberlerin ismetini kanıtlamak için akli (mantıksal) delillerden, özellikle “güven delili”nden yararlanmışlardır. Onlar bu bağlamda Haşr Suresi’nin 7. ayeti gibi bazı Kur’an ayetlerine de atıfta bulunurlar.
Peygamberlerin ismetini reddedenler, Kur’an’daki bazı ayetlerin bütün peygamberlerin ya da bir kısmının ismetini sorguladığını ileri sürmüşlerdir. Buna karşılık şu şekilde cevap verilmiştir: Bu ayetler müteşabih ayetlerdendir ve anlamları açık olan (muhkem) ayetlere başvurularak te’vil ve tefsir edilmelidir. Ayrıca ismetle çelişir gibi görünen bu ayetler, gerçekte “terk-i evla” (yani daha uygun olanı terk etme) anlamına gelir ki, bu durum hata ve günah kavramlarının genel anlamlarından farklıdır.
Kavramın Anlamı
Peygamberler’in ismeti, onların her türlü kötülük, günah ve çirkin fiilden tamamen uzak ve temiz olmaları anlamına gelir.[1] Aynı zamanda bu kavram, onların vahiy alma ve vahyi insanlara iletme sürecinde herhangi bir hata ya da yanılgıdan korunmuş olmaları anlamını da taşır.[2] İslam düşünürleri, peygamberlerin ismetini onların iç dünyalarında yerleşmiş bir özellik olarak tanımlarlar; bu özellik sayesinde peygamberler, iyi ile kötü fiilleri tam bir açıklıkla birbirinden ayırabilirler.[3] İsmet sahibi olan kimse, hakikati görmesine engel olacak hiçbir perde ya da mani ile karşılaşmaz; dolayısıyla o kişi, hakikatleri sanki gözleriyle görüyormuş gibi idrak eder.[4] Bu sebeple, ismet sahibi bir kimsenin nefsani arzuların etkisine kapılmadığı söylenmiştir.[5]
Muhammed Cevad Muğniye, hicri on dördüncü yüzyılın önde gelen Şii müfessirlerinden biridir. O, akli delillere dayanarak şu görüşü savunur: Peygamberler, din ile onun hükümleriyle ilgili olan hiçbir konuda hata, günah veya yanılgıya düşmezler. Onlar, temizlik ve kutsallık açısından öyle bir dereceye ulaşırlar ki, hem Allah’a hem de O’nun kullarına dair bilgi ve marifetlerinde öyle bir kemale erişirler ki, kasıtlı veya sehven ilahi emir ve yasaklara aykırı davranmaları imkansız hale gelir.[6]
İslam kültüründe peygamberlerin ismeti kavramını açıklamak için “tenzih”,[Not 1] “tevfik”, “sıdk” (doğruluk) ve “emanet” (güvenilirlik) gibi kelimeler de kullanılmıştır.[7]
İslam kelamcıları ve filozofları, kendi düşünce sistemlerinin temel ilkelerine dayanarak ismet kavramını farklı biçimlerde tanımlamışlardır:
Kelamcıların Tanımı: Adliyye ekolüne mensup kelamcılar — yani İmamiyye[8] ve Mu‘tezile[9] — ismeti lütuf kaidesi (kaide-i lütuf) esasına dayandırarak tanımlamışlardır.[10] Onlara göre ismet, Allah’ın kuluna bahşettiği özel bir lütuftur; bu ilahi lütuf sayesinde kul, çirkin ve günah sayılan fiilleri işlemez ve kötülüklerden korunur.[11] Eş‘ariler ise ismeti, Allah’ın masum kişide günah yaratmaması olarak yorumlamışlardır.[12]
Filozofların Tanımı: Müslüman filozoflar, ismeti insan ruhunda kökleşmiş bir nitelik, yani “nefsani meleke”[Not 2] olarak tanımlarlar. Bu meleke, ruhun derinliklerine yerleşmiş sabit bir durumdur; kolay kolay kaybolmaz ve kalıcı bir alışkanlık haline gelir. Bu ruhsal istikrar sayesinde ismet sahibi kişi, günah işlemez ve kötülüğe yönelmez.[13]
Konumu ve Önemi
Peygamberlerin vahiy konusundaki ismeti, bütün ilahi dinlerde ortak kabul edilen ve üzerinde icma (görüş birliği) bulunan temel esaslardan biri olarak değerlendirilir.[14] Ancak, ismetin mahiyeti ve dereceleri konusunda farklı dinlerin ilahiyatçıları — özellikle Müslüman kelamcılar — arasında çeşitli görüş ayrılıkları bulunmaktadır.[15]
Bazı araştırmacılara göre peygamberlerin ismeti inancı, İslam’ın ortaya çıkışının ilk dönemlerinden itibaren Müslümanlar arasında bilinen ve kabul gören bir inanç olmuştur. Nitekim rivayetlere göre, birinci halife Ebu Bekir, Hz. Muhammed’i (s.a.a) yüceltmek amacıyla yaptığı bir konuşmada, onun hata işlemekten korunmuş bir insan yani “masum” olduğunu ifade etmiştir.[16] Ayrıca nakledildiğine göre, İmam Ali (a.s) de peygamberlerin üstün konumunu açıklamak için “ismet” kelimesini kullanmıştır.[17] Bununla birlikte bazı İslam düşünürleri, “ismet” kavramının terim anlamında kullanımının diğer kelami terimler gibi kelam ilminin teşekkülünden sonra, yani İmam Sadık’ın (a.s) imameti dönemine rastladığını ileri sürmüşlerdir.[18]
Kur’an’da peygamberlerin ismetine açık bir şekilde değinilmemiştir;[19] ancak müfessirler, Kur’an tefsirlerinde bu konuya dolaylı biçimde yer vermişlerdir. Örneğin Adem ile Havva’nın Şeytan ile karşılaşmalarını anlatan Bakara Suresi 36. ayet,[20] A‘raf Suresi 23. ayet ve Taha Suresi 121. ayet bu bağlamda örnek gösterilir. Ayrıca Al-i İmran Suresi 33. ayette bazı peygamberlerin Allah tarafından seçkin kılındığı, Necm Suresi’nin 3 – 5. ayetlerinde ise Hz. Muhammed’in (s.a.a) konuşmalarının vahiy kaynaklı olduğu, kendi heva ve arzularına dayanmadığı vurgulanmaktadır. Bu ayetlerin tamamı, peygamberlerin vahiy alma sürecinde yanılgıdan korunmuş olduklarını ima eden deliller olarak değerlendirilmiştir.[21]
Kapsam
Peygamberler’in ismeti (günahlardan korunmuşluğu), İslam düşüncesinde birkaç aşama ve derece halinde ele alınmıştır. Bu dereceler sırasıyla şunlardır: şirk ve küfürden korunma, vahiy alma ve onu tebliğ etmede yanılmama, büyük ve küçük günahlardan korunma ve nihayet günlük işlerde hata ve unutkanlıktan uzak olma. Cafer Sübhani, Müslüman kelamcıların özellikle ilk iki mertebe, yani şirkten uzaklık ve vahyin alınışında yanılmama hususunda ittifak ettiklerini bildirir.[22] Tüm İslam alimleri, peygamberlerin nübüvvetlerinden önce de sonra da asla şirk ya da küfür işlememiş oldukları ve bunun mümkün olmadığı görüşündedir.[23] Ayrıca hem Şii hem de Sünni kelamcılar, peygamberlerin vahyi alma, muhafaza etme ve tebliğ etme aşamalarında kasıtlı bir ihanet,[24] sehiv (unutma) veya hata yapmaktan tamamen korunmuş oldukları konusunda görüş birliği içindedirler.[25] Bununla birlikte Mu‘tezile’nin beşinci h.k. yüzyıl’daki önderi Kadi Abdülcebbar, risaletin tebliğinde sehven (yanlışlıkla) yalan söylemenin caiz olabileceğini savunmuştur.[26]
Üçüncü mertebe hususunda, yani peygamberlerin her türlü büyük ve küçük günahtan korunmuş oldukları konusunda İmamiyye kelamcıları arasında da genel bir ittifak vardır.[27] Onlara göre hiçbir peygamber, bilerek ya da bilmeyerek, büyük ya da küçük hiçbir günah işlemez.[28] Ancak Şeyh Mufid, peygamberlerin nübüvvetten önce, şahsi zaaf veya düşük tabiat göstergesi olmayan sehiv türü küçük hatalara düşmelerinin teorik olarak mümkün olabileceğini ileri sürmüştür.[29]
Dördüncü mertebe, yani günlük işlerde hatadan korunma konusu, çoğu Şii alim tarafından da kabul edilmiştir. Onlara göre peygamberlerin hem bireysel hem de toplumsal hayatlarındaki davranış ve sözleri de yanılgıdan uzaktır.[30] Bununla birlikte Şeyh Saduk, Zü’l Yedeyn veya Zü’ş Şimaleyn[31] rivayetlerine dayanarak Sahvü’n Nebi (Peygamber’in (s.a.a) unutması) görüşünü benimsemiş ve peygamberlerin gündelik bireysel işlerde de mutlak şekilde masum oldukları inancını ğuluvv (aşırılık) ve tefviz olarak nitelemiştir.[32] Peygamber’in (s.a.a) sehviyle ilgili rivayetler, Kuleyni’nin el-Kafi adlı eserinde de aktarılmıştır.[33]
Bu görüşe karşı çıkanlardan biri de Allame Şa‘rani’dir. O, Şeyh Saduk’un bu yaklaşımını eleştirerek şöyle der: Peygamber’in (s.a.a) tüm fiilleri tebliğ kapsamına girdiğinden, eğer onun günlük işlerinde sehiv kabul edilirse, dinin tebliğinde de sehiv kabul edilmiş olur ki bu, ismet ilkesinin amacına aykırıdır. Ayrıca Şa‘rani’ye göre Müslümanlar, Peygamber’in (s.a.a) bir defa dahi yaptığı fiile dayanarak amel ederler.[34] Şeyh Bahai de kendisine “Merhum İbn Babuveyh sehvi’n nebi’yi caiz görmüştür” dendiğinde şu cevabı vermiştir: “Aksine, İbn Babuveyh yanılmıştır; çünkü hata etme ihtimali Peygamber’de (s.a.a) değil, bu görüşü dile getiren kişide daha fazladır.”[35]
Şeyh Tusi ise Tehzibü’l Ahkam adlı eserinde şöyle yazar: “Aklın, Peygamber’in (s.a.a) sehiv ettiğini kabul etmesi mümkün değildir.” (Arapça ifadesiyle: «Ve haza mimma temne‘ul ukulu mihu.»)[36]
Allame Tebatebayi ise, Hz. Muhammed’in (s.a.a) özel bir ilahi fazilet nedeniyle bu konuda istisna teşkil ettiğini kabul eder, ancak doğrudan vahiy veya insanlara hidayet ile ilgili olmayan dünyevi konuların ismet kapsamına girmediğini belirtir. Ona göre Kur’an’da yer alan bazı kıssalar, peygamberlerin beşeri yönlerini ve hataya açık dünyevi davranışlarını göstermektedir. Bu örnekler arasında şunlar sayılabilir: Hz. Adem’in (a.s) ahdini unutması, Hz. Nuh’un (a.s) günahkar oğlunun Nuhun Tufanın’dan kurtulması için dua etmesi, Hz. Yunus’un (a.s) kavminden öfkeyle ayrılması ve Hz. Musa’nın (a.s) Harun (a.s) hakkında, Beni İsrail’in buzağıya tapma olayından sonra hatalı bir hükümde bulunması.[37]
Peygamberlerin İsmeti ile İhtiyarin Çelişmemesi
Bazı kimseler, ismet ile ihtiyar (özgür irade) arasında bir çelişki bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşe göre bir grup, peygamberlerin ismetini tamamen inkar etmiş, bir grup ise onların ismetinin zorunlu (cebri) olduğunu savunmuştur.[38] İkinci grubun delillerinden biri, insanın doğası gereği hata ve günah ile iç içe olduğu düşüncesidir; bu anlayışa göre insan, ne kadar çaba gösterirse göstersin, bazı durumlarda mutlaka hata yapar. O halde bir insanın mutlak masumiyet (ismet) derecesine ulaşması, ancak dışsal cebri etkenlerle mümkün olabilir. Bu görüş sahipleri, peygamberlerin ismetinin cebri olduğunu kanıtlamak için bazı Kur’an ayetlerine de başvurmuşlardır.[39]
Bu bağlamda delil olarak gösterilen ayetlerden biri, Sad Suresi’nin 46. ayetidir. Burada geçen “ehlasnahum” (onları arındırdık) ifadesi, peygamberler hakkında kullanılmıştır. Aynı şekilde Tathir ayeti’nde de Allah’ın bazı kullarını özel olarak günahlardan temizlediği bildirilmektedir.[40]
Bu görüşün karşısında ise Allame Tebatebayi’nin farklı bir yorumu bulunmaktadır. Ona göre Allah, peygamberlere öyle bir ilim bahşetmiştir ki, onlar günahın iç yüzünü (batınını) idrak ederler. Bu sebeple, günahın çirkinliğini derinden kavradıkları için onu işlemeye yönelmezler; yani bu durum cebr ile değil, bilgiyle (şuurla) açıklanabilir. Allame Tebatebayi, peygamberlerin günaha dair bilgilerini, bir insanın zehirli bir yiyeceğin zararlı olduğunu bilip ondan uzak durmasına benzetmiştir.[41]
Cafer Sübhani de şöyle yazar: İsmet makamı, her ne kadar ilahi irade ile kişiye lütfedilen bir mevhibe (ilahi bağış) olsa da, bu mertebeye ulaşmanın öncül şartları insanın kendi gayretiyle, yani nefsinin arzularına karşı mücadele etmesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla ismet, cebr ile değil, özgür irade ile bağdaştırılabilir.[42]
Deliller
Peygamberlerin ismet (günahsızlık) sıfatına dair deliller, akli ve nakli olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.
Akli Deliller
İsmetin en önemli akli delili, peygamberlere duyulan güvenin sağlanmasıdır.[43] Bu delile “itimat delili” adı verilmiştir.[44] Buna göre, eğer peygamberlerin fiilleri söyledikleriyle uyumlu olmazsa, insanlar onların rehberliğini kabul etmezler.[45]
Bir diğer akli delil ise “risaletin gayesine aykırılık (nakz-ı garaz)” delilidir. Zira peygamberlere itaatin vacip olduğu kabul edilmiştir; eğer onlar günah işlerse, bu durumda insan onlara uymalı mıdır, yoksa uymamalı mıdır? Eğer itaat edilirse, bu risaletin amacına aykırı olur; çünkü peygamberler hidayet için gönderilmişlerdir. Eğer itaat edilmezse, bu da onların risalet makamını küçültmüş olur.[46]
Nakli Deliller
Nakli deliller hem Kur’an ayetlerini hem de rivayetleri kapsar. Müfessirlerin belirttiğine göre, Kur’an’daki birçok ayet peygamberlerin ismetine delalet etmektedir. Allame Tebatebayi’ye göre bu ayetler arasında Nisa Suresi’nin 64, 69 ve 165. ayetleri; En'am Suresi’nin 90. ayeti ve Kehf Suresi’nin 17. ayeti bulunmaktadır.[47]
Kehf Suresi’nin 17. ayetinde şöyle buyrulmaktadır: “Allah kimi hidayete erdirirse, işte o, gerçek hidayete ermiştir.” Allame Tebatebayi’ye göre bu ayet, hidayete eren kimselerden her türlü sapmanın (dalaletin) uzak olduğunu göstermektedir. Günah da bir tür dalalet olduğuna göre, bu ayet peygamberlerin hiçbir günah işlemeyeceğine delalet eder.[48]
Ayrıca birçok hadiste de peygamberlerin ismetinin kesin olduğu vurgulanmıştır.[49] Bu hadislerden birinde, İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Peygamberler günah işlemezler; çünkü onların tümü masum ve tertemizdir; onlar ne küçük ne de büyük günah işlerler.”[50]
İtirazlar ve Cevaplar
Peygamberlerin masumiyeti (ismet ilkesi)ni reddeden bazı düşünürler ve müfessirler, bu görüşlerini desteklemek amacıyla belirli Kur’an ayetleri ile bazı rivayetleri delil olarak göstermişlerdir. Onlara göre peygamberler tamamen günah ve hata işlemekten korunmuş varlıklar değildir; aksine insan olmaları hasebiyle, zayıf anlarında ilahi vaade karşı kuşkuya düşmüş olabilirler.
İlahi Vaade Karşı Umutsuzluk ve Şüphe
Peygamberlerin ismetini inkar edenler, özellikle “Ta ki elçiler (resuller) ümitsizliğe kapıldıklarında ve kendilerine gerçekten yalan söylendiğini sandıklarında, onlara yardımımız geldi...”[51] ayetini öne sürmüşlerdir. Bu kimseler, ayette geçen “ve zannu ennehum kuzzibu” (onlar, kendilerine yalan söylendiğini sandılar) ifadesinin, peygamberlerin Allah’ın yardım vaadi konusunda şüpheye düştükleri anlamına geldiğini savunurlar. Onlara göre bu ifade, peygamberlerin – haşa – Allah’ın zafer ve nusret sözüne inanmakta tereddüt ettiklerini ima etmektedir. Böylece ayet, onların masumiyetine gölge düşürmektedir.[52]
Bu iddiaya cevap veren Allame Tebatebayi, söz konusu ayetteki “zannu” (sandılar) fiilinin öznesinin peygamberler değil, onların kavimleri olduğunu vurgular. Ona göre ayetin anlamı şu şekildedir: Kavimlerin inat ve ısrarla peygamberlerin davetine karşı direnmeleri, peygamberlerin gönüllerinde geçici bir ümitsizlik meydana getirmiştir; fakat bu ümitsizlik, Allah’ın vaadine karşı bir şüphe değil, insanların imana gelmemesine duyulan üzüntüdür. Bu sırada kavimlerin kendileri, azap vaadinin gerçekleşmeyeceğini sanmış ve böylece Allah’ın tehdidinin asılsız olduğuna inanmışlardır.[53] [Not 3]
Ayetullah Cafer Sübhani ise ayetteki bütün zamirlerin pleygamberlere döndüğünü kabul eder, ancak bunun onların Allah’ın vaadini yalanladıkları anlamına gelmediğini açıklar. Sübhani’ye göre peygamberlerin iç dünyasındaki hal, yani yaşadıkları yoğun sıkıntı, yalnızlık ve sabır sınavı, dışarıdan bakan bazı insanların onların inançlarında tereddüt yaşadıkları izlenimini edinmesine yol açmıştır. Oysa gerçekte peygamberler, Allah’ın yardımının mutlaka gerçekleşeceğine dair tam bir yakin (kesin inanç) içindeydiler. Onların yaşadığı “ümitsizlik”, hakikatte ilahi rahmetin ne zaman tecelli edeceğini bilmemekten kaynaklanan geçici bir bekleyiş halidir. Bu tür ruhsal sınamalar, onların beşeri yönünü göstermekle birlikte, ismet sıfatlarını zedelemez.[54]
Sonuç olarak, bu ayet hiçbir şekilde peygamberlerin Allah’ın vaadine dair kuşkuya düştüklerini göstermemektedir. Aksine, hem Tebatebayi hem de Sübhani’nin yorumları, peygamberlerin daima tam bir teslimiyet, sabır ve tevekkül içinde olduklarını, ümmetlerinin ise onların mesajına karşı direniş gösterdiğini ortaya koymaktadır. Böylece söz konusu ayet, ismet inancını zayıflatmak yerine, peygamberlerin tebliğ mücadelesinde karşılaştıkları psikolojik ve toplumsal zorlukları açıklamaktadır.
Şeytani Telkinlerin Peygamberlere Etkisi
Hac Suresi’nin 52. ayetinde yer alan “Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, o (vahyi) okuduğunda şeytan onun okumasına (tilavetine) bir şeyler katmaya kalkışmasın; fakat Allah, şeytanın kattıklarını iptal eder...”[55] ifadesi, tarih boyunca bazı müfessirler ve kelam alimleri tarafından peygamberlerin ismetini (yani hatadan korunmuşluklarını) reddetmek için delil olarak kullanılmıştır.[56] Bu görüş sahipleri, ayetin zahirinden hareketle, şeytanın peygamberlerin düşüncelerine, niyetlerine, hatta konuşmalarına nüfuz edebildiğini; yani onların vahyi tebliğ ederken farkında olmadan şeytani etkiler altında kalabileceklerini ileri sürmüşlerdir. Ancak aynı ayette Allah’ın, şeytanın bu etkilerini “iptal ettiği”, yani vahyin saflığını koruduğu da belirtilmektedir. Buna göre şeytan peygamberlerin zihnine veya diline bir müdahalede bulunmakta, fakat Allah’ın ilahi koruması bu müdahaleyi ortadan kaldırmaktadır.[57] Bu yorumu desteklemek isteyen bazı müellifler, Garanik Efsanesi olarak bilinen rivayeti örnek göstermiş; yani peygamberin (a.s) tilaveti sırasında putperestlerin hoşuna giden bazı sözlerin şeytan tarafından araya karıştırıldığı iddiasını bu ayetle ilişkilendirmişlerdir.[58]
Ancak birçok İslam alimi bu anlayışın, Kur’an’ın diğer ayetleriyle ve peygamberlik makamının kutsallığıyla açıkça çeliştiğini vurgulamışlardır. Çünkü Kur’an’da defalarca, şeytanın Allah’ın kulları üzerinde hiçbir hakimiyetinin bulunmadığı belirtilmiştir. “Kullarım üzerinde senin hiçbir yetkin olmayacaktır” (Hicr Suresi, 15/42), “Kullarım üzerinde senin bir gücün yoktur” (İsra Suresi, 17/65) ve “Benim ihlasa erdirilmiş kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun yoktur” (Sad Suresi, 38/82–83) ayetleri açık bir biçimde, şeytanın peygamberlerin iradesine ve kararlarına asla müdahale edemeyeceğini ortaya koymaktadır.[59] Bu nedenle, Hac Suresi 52. ayetini, şeytanın doğrudan peygamberlerin zihnine sızdığı anlamında yorumlamak Kur’an bütünlüğüne aykırıdır.[60]
Bazı müfessirler, ayetteki “şeytanın müdahalesi”ni, peygamberlerin şahsına değil, onların davetlerine karşı çıkan toplumların içine atılan vesveseler (yani şüphe, kararsızlık ve başkaldırı duyguları) olarak yorumlamışlardır. Bu yaklaşımda şeytan, doğrudan peygamberlere değil, onların muhataplarına etki eder; böylece halk, peygamberlerin tebliğine karşı direnç gösterir, onları yalanlar veya alay eder. Bu tür toplumsal muhalefetler, peygamberlerin yolunda (yani ilahi dini yayma ve insanları hidayete ulaştırma) karşılaştıkları engeller olarak görülür. Dolayısıyla şeytanın “telkini”, aslında insanların kalbine düşen fitne, nifak ve isyan tohumlarıdır.[61]
Ayetin “Allah, şeytanın kattıklarını iptal eder” ifadesi ise, Allah’ın nihai galibiyetinin sembolüdür. Bu ifade, şeytanın oluşturduğu bütün karanlıkların ve karmaşaların sonunda ilahi nurun (hakikatin) galip geleceğini anlatır. Nitekim tarih boyunca bütün peygamberler, şeytani entrikalarla ve insani direnişlerle karşılaşmalarına rağmen, sonunda ilahi yardım sayesinde davetlerinde başarıya ulaşmışlardır. Bu ilahi yardım, Kur’an’ın başka yerlerinde “nusret” (yardım ve zafer) olarak adlandırılmıştır.[62]
Sonuç olarak, Hac Suresi 52. ayeti, peygamberlerin diline veya kalbine doğrudan şeytanın bir müdahalesini değil, onların tebliğ sürecine karşı şeytani engellerin çıkarıldığını ifade etmektedir. Bu ayet, ismet ilkesini sarsan bir delil değil; aksine, Allah’ın elçilerini her türlü batıl ve şeytani etkiden koruyan kudretinin açık bir beyanıdır. Böylece bu ayet, peygamberlerin masumiyetini teyit eden, ilahi korumanın kapsamını gösteren güçlü bir teolojik teminat olarak anlaşılmalıdır.
Bütün İnsanların, Hatta Peygamberlerin Günahkar Olduğu İddiası
Bazılarına göre, “Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlıyı bırakmazdı...”[63] mealindeki ayette bütün insanlara zulüm nispet edilmiştir. Burada geçen zulüm kelimesi, itaatin terk edilmesi anlamına gelen ma‘siyet (günah işleme) manasındadır. Buna dayanarak, bu ayetin genel ifadesi gereği, insanların tamamı — peygamberler dahil olmak üzere — günahkar sayılmışlardır.[64]
Ancak Fahreddin Razi bu görüşe karşı çıkarak, Fatır Suresi’nin 32. ayeti gibi başka delillere atıfta bulunur ve der ki: “Bütün insanlar zalim değildir; ayette geçen ‘en-nas’ kelimesi ya azabı hak eden zalim kimseler içindir ya da önceki ayetlerde bahsedilen müşriklere işaret etmektedir.”[65]
Allame Tebatebayi’ye göre ise, bu ayetteki zulüm kavramı yalnızca günah (ma‘siyet) ile sınırlı değildir; terk-i evla (yapılması daha uygun olan bir şeyi terk etmek) gibi durumları da kapsar. Dolayısıyla ayet, peygamberlerden gerçek anlamda günahın değil, yalnızca terk-i evla nevinden fiillerin sadır olabileceğini ima eder.[66]
Bazı Peygamberlerin Masumiyetiyle Uyuşmayan Ayetler
Bazı Kur’an ayetlerinin zahiri (yani dıştan görünen) anlamı, kimi peygamberlerin mutlak anlamda günahsız ve hatadan korunmuş (masum) oldukları inancıyla çelişir görünmektedir. Bu tür ayetler, bazı peygamberlerin davranış veya sözlerinden hareketle onların belli durumlarda hata ya da unutkanlık gösterdiklerine işaret ediyor gibi yorumlanmıştır. Bu nedenle “peygamberlerin İsmeti” (peygamberlerin günahsızlığı) konusu, İslam teolojisi ve Tefsir alanlarında tartışma konusu olmuştur.
Bu ayetler arasında şu örnekler yer alır:[67]
- Adem (a.s) hakkında olan Bakara Suresi 35 – 37. ayetler ve Taha Suresi 115 ve 121. ayetlerde onun yasak ağaca yaklaşma olayı anlatılır. Bu olay bazı yorumcular tarafından ismet anlayışıyla uzlaştırılması zor bir durum olarak değerlendirilmiştir.[68]
- Nuh (a.s) hakkında Hud Suresi 45 – 47. ayetlerinde yer alan, oğluna dair yaptığı dua ve üzüntü, masumiyet inancı bağlamında tartışılan bir başka örnektir.[69]
- İbrahim’le (a.s) ilgili olarak Saffat Suresi 88 – 89. ayetleri ve Şuara Suresi 82. ayeti, onun yıldız, ay ve güneşle ilgili ifadeleri nedeniyle mecazi ya da sembolik anlamda yorumlanmıştır.[70]
- Musa (a.s) hakkında A’raf Suresi 150. ayet, Kasas Suresi 15–16. ayetler ve Taha Suresi 94. ayeti, özellikle bir Mısırlıyı öldürmesi olayıyla birlikte değerlendirildiğinde, ismet tartışmalarında önemli bir yer tutar.[71]
- Yusuf’un (a.s) hikayesinde Yusuf Suresi 24. ayetinde geçen “onun da kadına meyletmesi” ifadesi, tarih boyunca müfessirlerin farklı yorumlarına konu olmuştur.[72]
- Yunus (a.s) hakkında Enbiya Suresi 87. ayet ve Saffat Suresi 139 – 148. ayetlerde geçen, kavmini terk etmesi ve balığın karnına düşmesi olayı da masumiyet bağlamında değerlendirilmiştir.[73]
- Hz. Muhammed (s.a.a) hakkında ise Bakara Suresi 120, Nisa Suresi 105 – 106, Tevbe Suresi 43, Muhammed Suresi 19, Fetih Suresi 1 – 3 ve Abese Suresi 1 – 10. ayetlerde yer alan bazı ifadeler, onun beşeri yönünü vurgulayan anlatımlar olarak yorumlanmıştır.[74]
Ayetullah Subhani, bu ayetleri peygamberlerin masumiyetini inkar edenlerin en önemli dayanakları arasında saymıştır.[75] Ona göre, bu ayetlerin yanlış veya yüzeysel yorumlanması, peygamberlerin konumunun yanlış anlaşılmasına neden olabilir.
Ahmed Emin adlı Mısırlı düşünür ise, bu ayetleri delil göstererek[76] peygamberlerin hem büyük (kebire) hem de küçük (sağire) günahlardan, peygamberlikten önce ve sonra tamamen korunmuş olduklarını söylemenin aşırıya kaçmak olduğunu belirtmiştir. Ona göre bu anlayış, Kur’an’ın açık hükümleriyle çelişmektedir.[77]
Genel Cevaplar
Müfessirler, peygamberlerin masumiyetiyle çelişiyor gibi görünen her bir ayeti tek tek incelemiş ve bu ayetlerle ilgili ortaya çıkan şüpheleri eleştirip açıklamışlardır.[78] Bununla birlikte, genel ve kapsamlı bazı cevaplar da sunulmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır:
- Peygamberlerin masumiyetini vurgulayan ayetler, muhkem ayetler grubuna; görünüşte masumiyetle çelişen ayetler ise müteşabih ayetler grubuna dahildir. Bu tür ayetler, muhkem ayetlere başvurularak tefsir edilip anlamlandırılmalıdır.[79]
- Eğer bir delil, açık ve kesin naslara (yani kesin delillere) aykırı görünüyorsa, o zaman ya terk edilmeli ya da tevil edilmelidir. Dolayısıyla peygamberlerin masumiyetiyle zahiren uyuşmayan ayetler, tevil yoluyla açıklanmalıdır.[80]
- Eğer Terk-i evla (yani daha uygun olanı terk etmek) fiilini peygamberler için mümkün görürsek, o zaman masumiyetle çelişiyor gibi duran tüm ayetler bu tür davranışlara hamledilir. Ancak terk-i evlayı mümkün görmezsek, bu olayların ardında bizim kavrayamadığımız bir ilahi hikmet bulunduğu söylenir; tıpkı Hz. Musa (a.s) ile Hızır (a.s) kıssasında olduğu gibi.[81]
Bazı rivayetlerde de, görünüşte peygamberlerin masumiyetine aykırı gibi duran ayetlere işaret edilmiş ve bunlara cevap verilmiştir.[82] Bunlardan biri, İmam Rıza’dan (a.s) nakledilen bir rivayettir. Rivayete göre, Me’mun’un düzenlediği bir mecliste, farklı din ve mezheplerden alimlerin huzurunda, Ali b. Cehm adında biri İmam’a şöyle sordu: “Peygamberlerin masum olduğuna inanıyor musunuz?” İmam Rıza (a.s) “Evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ali b. Cehm, Taha Suresi 121. ayet, Enbiya Suresi 87. ayet ve Yusuf Suresi 24. ayet gibi ayetlerin nasıl yorumlanacağını sordu. İmam Rıza (a.s), peygamberlere çirkin fiiller isnat etmekten ve kişisel görüşle Kur’an’ı tefsir etmekten sakındırarak, her bir ayetin doğru anlamını detaylı biçimde açıklamıştır.[83]
Hz. Musa’nın Kıpti’yi Öldürmesi
Hz. Musa (a.s), bir gün iki adamın kavga ettiğine şahit oldu. Bu iki kişiden biri, kendisinin kavminden yani İsrailoğulları’ndan (Beni İsrail) biriydi; diğeri ise Kıptilerden, yani Firavun’un halkından biriydi. Kendi taraftarlarından olan adam, karşısındaki Kıpti tarafından ezilmekteydi ve Hz. Musa’dan yardım istedi. Musa (a.s), mazlum olanı kurtarmak amacıyla araya girdi ve haksızlık eden Kıpti’ye bir yumruk attı. Bu darbe, güçlü bir şekilde isabet ettiği için Kıpti’nin ölümüne yol açtı.[84]
Bu olayın ardından Hz. Musa, hemen yaptığı fiilin sonuçlarını fark ederek şöyle dedi: “Bu, şeytanın işindendir.”[85] Ardından pişmanlık ve tevazu içinde Allah’a yönelerek şöyle dua etti: “Rabbim! Ben kendime zulmettim; artık beni bağışla ve affını bana nasip et.”[86]
Bazı araştırmacılar ve müfessirler, bu olayın Hz. Musa’nın mutlak masumiyetine gölge düşürdüğünü iddia etmişlerdir. Onlara göre, eğer öldürülen Kıpti gerçekten ölüme layık değilse, o zaman Musa (a.s) onu öldürmekle bir günah işlemiştir.[87] Eğer Kıpti, öldürülmeyi hak etmiş biri idiyse, bu durumda Musa (a.s) bir günah işlemiş olmasa bile, yine de Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtildiği üzere Allah’tan bağışlanma dilemiştir.[88]
Diğer taraftan, müfessirler bu görüşü reddetmiştir. Onlara göre, Kıpti gerçekten suçlu ve öldürülmeyi hak eden biriydi; dolayısıyla Musa’nın (a.s) onu öldürmesi dini anlamda bir günah teşkil etmezdi. Bununla birlikte, eğer Musa (a.s) bu işi o anda değil de biraz ertelemiş olsaydı, hem kendi hayatı tehlikeye girmeyecek hem de Mısır’dan kaçmak zorunda kalmayacaktı. Bu yüzden onun bu davranışı “Terk-i evla” (yani daha uygun olanı terk etme) kapsamına girer. Hz. Musa’nın istiğfarı da, bir günah için değil, bu daha uygun olanı yapmamış olma durumu içindir.[89]
Bazı Ehl-i Sünnet müfessirleri ise olayı farklı yorumlamışlardır. Onlara göre, Kıpti’nin ölümü kasti bir öldürme değil, bir kaza sonucu ölüm (yani hataen öldürme) idi. Dolayısıyla bu durum, kasıtlı bir cinayet değil, küçük bir hata olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle Hz. Musa (a.s), böyle küçük bir hatadan dolayı Allah’tan bağışlanma dilemiştir.[90] [Not 4]
İlgili Konular
Kaynakça
- ↑ Ma‘rifet, “İsmet-i Peygamberler”, s. 7.
- ↑ Subhani, Menşur-u Cavid, 1383 h.ş. (2004), c.6, s.48-49.
- ↑ Temimi amidi, Ğureru’l Hikem, 1390 h.ş. (2011), s.672; Ma‘rifet, “İsmet-i Peygamberler”, s.6.
- ↑ Ma‘rifet, amuzeş-i Ulum-i Kur’an, 1374 h.ş. (1995), s.21-22.
- ↑ Mutahhari, Mecmu‘e-i asar, 1387 h.ş. (2008), c.2 (Nübüvvet), s.158.
- ↑ Muğniye, Tefsirü’l Kaşif, 1424 h.k (2003), c.1, s.86.
- ↑ Yusefiyan ve Şerifi, Pejuheşi der İsmet-i Ma‘suman (a.s), 1388 h.ş. (2009), s.27-30.
- ↑ Mufid, Tashihu’l İ‘tikadati’l İmamiyye, 1414 h.k (1993), s.128; Seyyid Murtaza, Resailü’ş Şerif el-Murtaza, 1405 h.k (1984), c.3, s.326; Allame Hilli, Babü’l Hadi Aşer, 1365 h.ş. (1986), s.9.
- ↑ Kadi Abdülcebbar, Şerhu’l Usuli’l Hamse, 1422 h.k (2001), s.529; Taftazani, Şerhu’l Makasıd, 1409 h.k (1988), c.4, s.312-313.
- ↑ Fazıl Mukadded, el-Levami‘u’l İlahiyye, 1422 h.k (2001), s.242.
- ↑ Seyyid Murtaza, Resailü’ş Şerif el-Murtaza, 1405 h.k (1984), c.3, s.326; Allame Hilli, Babü’l Hadi Aşer, 1365 h.ş. (1986), s.9; Fazıl Mukadded, el-Levami‘u’l İlahiyye, 1422 h.k (2001), s.243.
- ↑ Taftazani, Şerhu’l Makasıd, 1409 h.k (1988), c.4, s.312-313.
- ↑ Tusi, Telhisu’l Muhassıl, 1405 h.k (1984), s.369; Tebatebayi, el-Mizan fi Tefsiri’l Kur’an, 1417 h.k (1996), c.11, s.162; Cevadi ameli, Vahiy ve Nübüvvet der Kur’an, 1385 h.ş. (2006), s.197.
- ↑ Envari, Nur-i İsmet ber Sima-yi Nübüvvet, 1397 h.ş. (2018), s.52.
- ↑ Sadıki Erdekani, İsmet, 1388 h.ş. (2009), s.19.
- ↑ Yusefiyan ve Şerifi, Pejuheşi-i Now der İsmet-i Ma‘suman (a.s), 1388 h.ş. (2009), s.26.
- ↑ Meclisi, Biharü’l Envar, 1403 h.k (1983), c.25, s.200 ve 164.
- ↑ Subhani, Buhus fi’l Milel ve’n Nihal, c.2, s.113-167; Muzaffar, Delailü’s Sıdk, c.1, s.432-552, naklen: Yusefiyan ve Şerifi, Pejuheşi-i Now der İsmet-i Ma‘suman (a.s), 1388 h.ş. (2009), s.26.
- ↑ Yusefiyan ve Şerifi, Pejuheşi der İsmet-i Ma‘suman (a.s), 1388 h.ş. (2009), s.41.
- ↑ Muğniye, Tefsirü’l Kaşif, 1424 h.k (2003), c.1, s.98.
- ↑ Nakipurfer, Pejuheşi Piramun-i Tedebbür der Kur’an, 1381 h.ş. (2002), s.339-345.
- ↑ Sübhani, Menşur-i Cavid, 1383 h.ş., c.5, s.31.
- ↑ Tebatebayi, el-Mizan, 1390 h.k., c.16, s.313; Taftazani, Şerhu’l Makasıd, 1412 h.k., c.5, s.50.
- ↑ ici, Şerhu’l Mevakıf, 1325 h.ş., c.8, s.263.
- ↑ Teftazânî, Şerhü’l Makâsid, 1412 h.k, c. 5, s. 50.
- ↑ Sübhani, Menşur-i Cavid, 1383 h.ş., c.5, s.31.
- ↑ Mufid, en-Nüketü’l İ‘tikadiyye, 1413 h.k., s.37; Hilli, Keşfü’l Murad, 1382 h.ş., s.155; Sübhani, Menşur-i Cavid, 1383 h.ş., c.5, s.31.
- ↑ Örnek olarak bkz. Mufid, en-Nüketü’l İ‘tikadiyye, 1413 h.k., s.37; Hilli, Keşfü’l Murad, 1382 h.ş., s.155.
- ↑ Mufid, Eva’ilü’l Mekalat, 1413 h.k., s.62.
- ↑ Mufid, ‘Ademü’s Sehvü’n Nebi, 1413 h.k., s.29–30; Hilli, Keşfü’l Murad, 1382 h.ş., s.155–157.
- ↑ Saduk, Men La Yehduruhu’l Fakih, 1404 h.k, c. 1, s. 359.
- ↑ Saduk, Men La Yahduruhu’l Fakih, 1404 h.k., c.1, s.358–359.
- ↑ Kuleyni, el-Kafi, 1407 h.k., c.1, s.164; c.3, s.294; s.355–356.
- ↑ Saduk, Men La Yahduruhu’l Fakih, 1413 h.k., dipnot, c.1, s.359.
- ↑ “Sehvü’n Nebi Rivayetleri”, Şii Araştırmaları Dünya Forumu web sitesi.
- ↑ Şeyh Tusi, Tehzibü’l Ahkam, 1365 h.ş., c.2, s.181.
- ↑ Faryab, “Allame Tebatebayi’nin Düşünce Sisteminde Peygamberlerin İsmeti”, s.24–28.
- ↑ Yusefiyan ve Şerifi, Pejuheşi der Ismet-i Ma‘suman (a.s), 1388 h.ş., s.39.
- ↑ Yusefiyan ve Şerifi, Pejuheşi der Ismet-i Ma‘suman (a.s), 1388 h.ş., s.39–41.
- ↑ Yusefiyan ve Şerifi, Pejuheşi der Ismet-i Ma‘suman (a.s), 1388 h.ş., s.39–41.
- ↑ Tebatebayi, el-Mizan, 1390 h.k., c.5, s.354.
- ↑ Sübhani, Ismetü’l Enbiya fi’l Kur’ani’l Kerim, 1420 h.k., s.29; Misbah Yezdi, amuzeş-i ‘Akaid, 1367 h.ş., c.2, s.161.
- ↑ Hılli, Keşfü’l Murad, 1382 h.ş., s.155.
- ↑ Eşrefi ve Rizai, “Kur’an ve Ahd-i Kadim’de Peygamberlerin İsmeti”, s.86.
- ↑ Sübhani, Menşur-i Cavid, 1382 h.ş., c.5, s.37; Seyyid Murtaza, Tenzihu’l Enbiya, 1380 h.ş., s.5.
- ↑ Ma‘rifet, amuzeş-i ‘Ulum-i Kur’an, 1374 h.ş., s.602.
- ↑ Tebatebayi, el-Mizan, 1390 h.k., c.2, s.135–138.
- ↑ Tebatebayi, el-Mizan, 1390 h.k., c.2, s.135.
- ↑ Kelini, el-Kafi, 1407 h.k., c.1, s.202–203; Meclisi, Biharü’l Envar, 1403 h.k., c.14, s.103; c.12, s.348; c.4, s.45; Saduk, Uyunu Ahbari’r Rıza, 1378 h.k., c.1, s.192–204.
- ↑ Saduk, el-Hısal, 1362 h.ş., s.399.
- ↑ Yusuf Suresi, 12/110.
- ↑ Zemahşeri, el-Keşşaf, 1407 h.k, c. 2, s. 52; Sübhani, Menşuru Cavid, 1383 h.ş, c. 5, s. 52.
- ↑ Tebatebayi, el-Mizan, 1390 h.k, c. 11, s. 279.
- ↑ Sübhani, Menşuru Cavid, 1383 h.ş, c. 5, s. 55–59. Diğer cevaplar için bkz. Envari, Nuru’l İsmet ber Sima-yi Nübüvvet, 1397 h.ş, s. 109–115.
- ↑ Hac Suresi, 22/52.
- ↑ Fahreddin Razi, Ismetu’l Enbiya, 1409 h.k, s. 122.
- ↑ Fahreddin Razi, Ismetu’l Enbiya, 1409 h.k, s. 122; Sübhani, Menşuru Cavid, 1383 h.ş, c. 5, s. 60.
- ↑ Fahreddin Razi, Ismetu’l Enbiya, 1409 h.k, s. 122.
- ↑ Bkz. Hicr Suresi, 15/42; İsra Suresi, 17/65; Sad Suresi, 38/82–83.
- ↑ Sübhani, Menşuru Cavid, 1383 h.ş, c. 5, s. 60–62.
- ↑ Tebatebayi, el-Mizan, 1390 h.k, c. 14, s. 391; Sübhani, Menşuru Cavid, 1383 h.ş, c. 5, s. 62.
- ↑ Sübhani, Menşuru Cavid, 1383 h.ş, c. 5, s. 63.
- ↑ Nahl Suresi, 61. ayet.
- ↑ Fahreddin Razi, et-Tefsirü’l Kebir, 1420 h.k, c.20, s.227.
- ↑ Fahreddin Razi, et-Tefsirü’l Kebir, 1420 h.k, c.20, s.227.
- ↑ Tebatebayi, el-Mizan, 1390 h.k, c.12, s.281.
- ↑ Bkz. Subhani, İsmetü’l Enbiya fi’l Kur’an el-Kerim, 1420 h.k.; Cevadi ameli, Vahy ve Nübüvvet der Kur’an, 1392 hş.; Mekarim Şirazi, Peyam-ı Kur’an, 1386 hş., c.7.
- ↑ Bakara 35–37; Taha 115–121.
- ↑ Hud 45–47.
- ↑ Saffat 88–89; Şuara 82.
- ↑ A’raf 150; Kasas 15–16; Taha 94.
- ↑ Yusuf 24.
- ↑ Enbiya 87; Saffat 139–148.
- ↑ Bakara 120; Nisa 105–106; Tevbe 43; Muhammed 19; Fetih 1–3; Abese 1–10.
- ↑ Subhani, Menşur-ı Cavid, 1383 hş., c.5, s.152.
- ↑ Ahmed Emin, Duha el-İslam, 2003, c.3, s.228.
- ↑ Ahmed Emin, Duha el-İslam, 2003, c.3, s.228, 235.
- ↑ Örnek olarak bkz.: Seyyid Murtaza, Tenzihü’l Enbiya, s. 9–131; Subhani, İsmetü’l Enbiya fi’l Kur’an el-Kerim, 1420 h.k., s. 91–229; Cevadi ameli, Vahy ve Nübüvvet der Kur’an, 1392 hş., s. 246–286; Mekarim Şirazi, Peyam-ı Kur’an, 1386 hş., c.7, s. 101–160.
- ↑ Milani, İsmet ez Menzar-ı Ferikeyn, 1394 hş., s. 102–103.
- ↑ Milani, İsmet ez Menzar-ı Ferikeyn, 1394 hş., s. 100.
- ↑ Milani, İsmet ez Menzar-ı Ferikeyn, 1394 hş., s. 101–102.
- ↑ Örnek olarak bkz.: Şeyh Saduk, Uyunü Ahbar er-Rıza (a.s), 1378 h.k., c.1, s. 192–204.
- ↑ Saduk, Uyunü Ahbar er-Rıza (a.s), 1378 h.k., c.1, s. 192–204.
- ↑ Kasas Suresi, 15. ayet.
- ↑ Kasas Suresi, 15. ayet.
- ↑ Kasas Suresi, 16. ayet.
- ↑ Seyyid Murtaza, Tenzihü’l Enbiya, Şerif er-Razi, s. 67.
- ↑ Fazıl Mukaddem (el-Fazıl el-Mikdad), Levami‘u’l İlahiyye, 1380 hş., s. 259.
- ↑ Şeyh Tusi, et-Tibyan fi Tefsiri’l Kur’an, Dar İhyai’t Türasi’l Arabi, c.8, s. 137.
- ↑ Zemahşeri, el-Keşşaf, 1407 h.k., c.3, s. 398.
- ↑ Nitekim Seyyid Murtaza’nın peygamberler ve imamların ismeti üzerine kaleme aldığı eserin adı Tenzihü’l Enbiya’dır. Ayrıca aga Büzürg Tahrani, ez-Zeri‘a adlı bibliyografik eserinde aynı başlığı taşıyan dört kitaptan daha söz etmektedir (aga Büzürg Tahrani, ez-Zeri‘a, 1403 h.k (1983), c.4, s.456).
- ↑ “Nefsani meleke” ifadesiyle, insanın ruhuna yerleşmiş, kolayca ortadan kalkmayan kalıcı bir ruhsal hal kastedilmektedir (Cürcani, et-Ta‘rifat, 1412 h.k (1991), s.101).
- ↑ Müfessirler bu ayetin tefsiri konusunda birçok farklı yorum ileri sürmüşlerdir. (Bkz. Sübhani, Menşuru Cavid, 1383 h.ş, c. 5, s. 53–55.)
- ↑ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي Rabbim! Gerçekten ben kendime zulmettim; artık beni bağışla! (Kasas Suresi 16. ayet)
Bibliyografi
- İbn Humeyr, Ali b. Ahmed, Tenziyhü’l enbiyâ ‘an mâ nesebe ileyhim hüseletü’l eğbiyâ, Dımaşk, Dârü’l fikr, 2. baskı, 1420 h.k.
- Ahmed Emin, Zuha’l İslâm, Kahire, Mektebetü’l usra, 2003.
- Eşrefî, Abbas – Rızâî, Ümmü’l benîn, “Kur’an ve Ahd-i Atîk’te Peygamberlerin İsmeti”, Meşhed, Mevsimî Dergi: Pezhuhşnâme-i Me‘ârif-i Kur’ânî, sayı 12, 1392 h.ş.
- Âgâ Büzürg-i Tehrânî, Muhammed Muhsin, ez-Zerîʿa ilâ tasânîfi’ş Şîʿa, Beyrut, Dârü’l edvâ, 1403 h.k.
- Ekremî, Eyüp, Nübüvvet (Umumî ve Hususî Nübüvvet Üzerine Bir Araştırma), Tahran, Tercüme Üniversitesi Cihâd Dânişgâhî Yayınları, 1383 h.ş.
- Enverî, Ca‘fer, Nûr-i İsmet Ber Sîmây-ı Nübüvvet: Kur’anî Şüphelere Cevap, Kum, İmam Humeynî Eğitim ve Araştırma Enstitüsü, 1. baskı, 1397 h.ş.
- Îcî, Mîr Seyyid Şerîf, Şerhu’l Mevâkıf, Kum, eş-Şerîf er-Razî, 1325 h.ş.
- Bahrânî, İbn Meysem, en-Necât fi’l kıyâme fî tahkîk emri’l imâme, Kum, Mecmeʿü’l fikr el-İslâmî, 1417 h.k.
- Teftezanî, Sa‘düddîn, Şerhu’l Mekâsıd, Kum, eş-Şerîf er-Razî, 1412 h.k.
- Temîmî Âmidî, Abdu’l vâhid b. Muhammed, Ğurerü’l hikem ve dürrerü’l kelim, tash. Seyyid Mehdi Recâî, Kum, Dârü’l kitâbi’l İslâmî, 1410 h.k.
- Cevâdî Âmulî, Abdullah, Vahy ve Nübüvvet der Kur’an (Tematik Kur’an Tefsiri, c. 3), Kum, Neşr-i İsra, 1392 h.ş.
- Hillî, Hasan b. Yusuf, Keşfü’l merâd fî şerhi Tecrîdi’l i‘tikad, ta‘lik: Ca‘fer Subhânî, Kum, İmam Sadık (a.s) Enstitüsü, 1382 h.ş.
- Heyderî Fitret, Cemâlüddîn, “Tenziyhü’l enbiyâ ve’l e’imme (a.s) Adlı Eserin Tanıtımı”, Hadis-i Huzur Dergisi, sayı 1, 1389 h.ş. (güz–kış).
- Zemahşerî, Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf ‘an hakâiki gavâmizi’t tenzîl ve ‘uyûni’l ekâvîl fî vücûhi’t te’vîl, Beyrut, Dârü’l kütübi’l ‘arabî, 3. baskı, 1407 h.k.
- Subhânî, Ca‘fer, İsmetü’l enbiyâ fi’l Kur’âni’l kerîm, Kum, İmam Sadık (a.s) Enstitüsü, 1420 h.k.
- Subhânî, Ca‘fer, Menşûr-i Câvid, Kum, İmam Sadık (a.s) Enstitüsü, 1383 h.ş.
- Sâdıkî Erdekanî, Muhammed Emin, İsmet, Kum, Havze-i İlmiyye Neşriyatı, 1388 h.ş.
- Sadûk, Muhammed b. Ali, el-Hısâl, tash. Ali Ekber Gaffârî, Kum, Neşr-i İslâmî, 1362 h.ş.
- Sadûk, Muhammed b. Ali, Uyûnu ahbâri’r Rızâ (a.s), tash. Mehdi Lâcevârdî, Tahran, Neşr-i Cihân, 1378 h.k.
- Sadûk, Muhammed b. Ali, Men lâ yahduruhü’l fakîh, Kum, Neşr-i İslâmî, 1413 h.k.
- Tabâtabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fî tefsîri’l Kur’ân, Beyrut, Müessesetü’l a‘lâmî, 2. baskı, 1390 h.k.
- Tûsî, Hâce Nasîrüddîn, Tahsîlü’l muhassıl, Beyrut, Dârü’l edvâ, 1405 h.k.
- Tûsî, Muhammed b. Hasan, Tehzîbü’l ahkâm fî şerhi’l Mukniʿa, Tahran, Dârü’l kütübi’l İslâmiyye, 4. baskı, 1365 h.ş.
- Seyyid Murtazâ, Ali b. Hüseyin, ez-Zeḫîre fî ʿilmi’l kelâm, Kum, Neşr-i İslâmî, 1411 h.k.
- Seyyid Murtazâ, Ali b. Hüseyin, Tenziyhü’l enbiyâ, Tahran, Fâtıma Kâzî Şiâr neşri, 1380 h.ş.
- Seyyid Murtazâ, Ali b. Hüseyin, Resâʾilü’ş Şerîf el-Murtazâ, tahkik: Mehdi Recâpî, Kum, Dârü’l Kur’âni’l Kerîm, 1405 h.k.
- Allâme Hillî, Hasan b. Yusuf, el-Bâbü’l hâdî aşer, Tahran, İslâmî Araştırmalar Enstitüsü, 1365 h.ş.
- Fâriyâb, Muhammed Hüseyin, “Allâme Tabâtabâî’nin Düşünce Sisteminde Peygamberlerin İsmeti”, Maʿrifet Dergisi, sayı 214, 1394 h.ş.
- Fâzıl Mukaddad, Mukaddad b. Abdullah, el-Levâmiʿu’l ilâhiyye fi’l mebâhisi’l kelâmiyye, tahkik ve ta‘lîk: Şehîd Kâzî Tabâtabâî, Kum, Dâfter-i Teblîğât-i İslâmî, 2. baskı, 1422 h.k.
- Fahreddîn Râzî, Muhammed b. Ömer, et-Tefsîru’l kebîr (Mefâtîhu’l gayb), Beyrut, Dârü İhyâi’t türâsi’l ʿarabî, 3. baskı, 1420 h.k.
- Fahreddîn Râzî, Muhammed b. Ömer, İsmetü’l enbiyâ, Beyrut, Dârü’l kütübi’l İslâmiyye, 2. baskı, 1409 h.k.
- Kâzî Abdülcebbar, Abdülcebbar b. Ahmed, el-Muğnî fî ebvâbi’t tevhîd ve’l ʿadl, tahkik: Corc Kanvâtî, Kahire, ed-Dârü’l Mısriyye, 1962–1965.
- Kulaynî, Muhammed b. Ya‘kûb, el-Kâfî, Tahran, Dârü’l kütübi’l İslâmiyye, 1407 h.k.
- Meclisî, Muhammed Bâkır, Bihârü’l envâr, Beyrut, Dârü İhyâi’t türâsi’l ʿarabî, 1403 h.k.
- Misbâh Yezdî, Muhammed Takî, Âmûzeş-i ʿakâʾid, Tahran, Sâzmân-i Teblîğât-i İslâmî, 1367 h.ş.
- Maʿrifet, Muhammed Hâdî, “Peygamberlerin İsmeti”, *İslâmî Sosyal Araştırmalar Dergisi*, sayı 8, 1376 h.ş.
- Maʿrifet, Muhammed Hâdî, Âmûzeş-i ʿulûm-i Kur’ân, Tahran, Sâzmân-i Teblîğât-i İslâmî Neşr ve Baskı Merkezi, 1374 h.ş.
- Muğniyye, Muhammed Cevâd, et-Tefsîru’l kâşif, Kum, Dârü’l kitâbi’l İslâmî, 1424 h.k.
- Mufîd, Muhammed b. Nuʿmân, en-Nüketü’l iʿtikâdiyye, Kum, Şeyh Mufîd Kongresi, 1413 h.k.
- Mufîd, Muhammed b. Nuʿmân, Evâʾilü’l makâlât, Kum, Şeyh Mufîd Kongresi, 1413 h.k.
- Mufîd, Muhammed b. Nuʿmân, Tashîhu’l iʿtikâdâti’l imâmiyye, Kum, Şeyh Mufîd Kongresi, 1413 h.k.
- Mufîd, Muhammed b. Nuʿmân, ʿAdamü sehvi’n nebî, Kum, Şeyh Mufîd Kongresi, 1413 h.k.
- Mekkârem Şîrâzî, Nâsır, Peyâm-i Kur’ân, Tahran, Dârü’l kütübi’l İslâmiyye, 1386 h.ş.
- Mekkârem Şîrâzî, Nâsır, Tefsîr-i Numûne, Tahran, Dârü’l kütübi’l İslâmiyye, 1371 h.ş.
- Mollâ Sadrâ, Muhammed b. İbrâhim, Tefsîru’l Kur’âni’l kerîm, tash. Muhammed Havcevî, Kum, Neşr-i Bîdâr, 1361 h.ş.
- Mîlânî, Seyyid Ali, İsmet ez manzar-i ferîkeyn (Şîa ve Ehl-i Sünnet), Kum, Merkezü’l hakâiki’l İslâmiyye, 1394 h.ş.
- Nakîpûrfer, Veliyyullah, Pezhûheşî der bâre-i tedebbür der Kur’ân, Tahran, Üsve, 1381 h.ş.
- Yûsefiyân, Hasan – Ahmed Hüseyin Şerîfî, Pezhûheşî der İsmet-i Ma‘sûmân (a.s), Kum, Pezhûheşgâh-i Ferheng ve Endîşe-i İslâmî, 1388 h.ş.