İçtihad

Öncelik: b, kalite: c
linksiz
navbox'siz
yönlendirmesiz
wikishia sitesinden

İçtihad (Arapça: الاجتهاد), şeri hükümleri kendine has şart ve koşullarla fıkıh kaynaklarından çıkarmak ve istinbat [1] etmek yahut ‘delil ve usullerden ameli vazife ve hükümlerin çıkarılması ve istinbat edilmesidir. [2] Şia ulemasının çoğuna göre fıkıh kaynakları kitap (Kur’an), sünnet, icma ve akıldır. Elbette icma doğrudan kaynak olarak sayılmamakta, bilakis sünnet için delil veya fıkıh teriminde geçtiği gibi “kâşif-i sünnet” olabileceğinden fıkıh kaynağı olarak sayılmıştır. Ahbariler gibi bazı Şialar, yalnızca kitap ve sünneti fıkıh kaynaklarından kabul etmekte ve bazıları ise yalnızca sünneti geçerli bilmektedir.[3] Ehli sünnet arasında fıkıh kaynakları hakkında ayrılıklar daha çoktur.[4]

İçtihat gücüne erişebilmek için edebi ve dini ilimlerin öğrenilmesi zorunludur. Dini öğrenciler içtihada ermek için yıllarca Arap edebiyatı, Fıkıh usulü, mantık, Ayatu’l Ahkâm, Rical ve Diraye, eski fakihlerin görüşleri ve Kur’an tefsiri öğrenmektedirler. Şia fıkhına göre içtihat, tahyir-i[5] farzdır. Şöyle ki her mükellef içtihat etmekle veya iki diğer yöntemle (bir müçtehidi taklit etmek veya ihtiyat etmekle) şer’i hükümleri öğrenmek hususunda muhayyerdir. Öte yandan, şeri hükümleri unutkanlıktan korumak ve Müslümanların fıkhi sorularını yanıtlamak için içtihat, farz-ı kifayidir.

İçtihat ve müçtehit kelimesi Kur’an’da geçmemiştir, ancak bazı Şia araştırmacılara göre Kur’ani bir terim olan “tefekkuh” (تَفَقُّه) sözcüğü mana açısından içtihat kelimesine yakındır.[6]

Terminoloji

İçtihat, Arapça bir kelime olup sözlükte “çaba göstermek, bütün gücünü kullanmak, ısrarlı olmak, zahmet çekmek” anlamındaki cehd (ج ـ ه ـ د) kökünden türeyen ictihâd “bir konuda elden gelen çabayı sarf etmek, bir şeyi elde edebilmek için olanca gücü harcamak” demektir. Aynı kökten türeyen cihâd ve mücâhede kelimeleri, mahiyetleri farklı da olsa “çaba sarf etmek” ortak anlamında içtihat kavramıyla örtüşür.[7] Fıkıh teriminde, içtihat hakkında çeşitli tanımlar zikredilmiştir. Onlardan bazıları şu şekildedir:

  • Mevzu ve feri olaylarla ilgili şeri vazifelere yönelik olarak delil ve hüccetin usul, kural, şer’i kaynak ve akıldan istihraç ve istinbatı yönünden bilimsel ve metodik çaba sarf edilmesi.[8]
  • Şer’i hükümlere yönelik olarak delil ve hüccetin elde edilmesi için çaba sarf etmek.[9]
  • Bir şeyin meleke ve yetisi ışığında, şer’i hükümlerin istinbatına ulaşabilmek veya şer’i hükümlere yönelik olarak yakin ve ilmin mümkün olmadığında zannı bilgiye ulaşmak için çaba sarf etmek.[10]
  • Usul ve delillerden ameli şer’i vazife ve hükümlerin çıkarılması ve istinbat edilmesi.[11]

“Meleke” (م َ ل َ ک َ) sözcüğünün içtihat yetisi için kullanılması oldukça çoktur. Sözcük bilimciler meleke sözcüğünü şöyle tanımlamışlardır: “zihinde bir şeyin hâsıl olma kudreti ve birisinin tabiatında mümkün olan şeyi yerine getirme gücü.” Yine şöyle demişlerdir: “Zeka ve ferasetin istikrarlı, stabil ve hızlı idrak edilmesi ve bir şeyin zihinde hasıl olma gücü;[12] Yani bu manada içtihat melekesi, şu demek oluyor: Müçtehit, her ne kadar bilfiil istinbatla uğraşmasa da onun için bilkuvve (potansiyel) bir içtihat gücü vardır. Gerektiğinde kaynaklara müracaat ederek, yakini dellillere varır, hiç değilse şer’i hükümlere zannı olarak ulaşabilir.

Tarihçe ve Geçmişi

İçtihat tarihi farklı açılardan incelenmeye değerdir. Bir değerlendirmeye göre içtihat için üç dönem belirtilmiştir:[13]

Teşri Dönemi

Bu dönem, Hz. Resul-ü Kibriya Efendimizin (s.a.a) hayatı ve vahyin indiği dönemdir. Bu dönemde, ilahî hükümler Kur’an ve sünnetten süzülerek beyan edilmekteydi. Tövbe suresinin 122. Ayeti: “Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır.” bu asırda içtihadın varlığına ve cevazına delalet etmektedir.[14] Her ne kadar bazıları istidlal ortaya koyarak vahiy aracılığı ile yakine ulaşma imkânının olduğundan bu asırda içtihadın caiz olmadığına inanmaktadırlar.[15]

Masum İmamların Dönemi

Bu dönem Hz. Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.a) ölümünden büyük gaybet dönemine kadarki dönemdir. Şia öğretilerine göre, İmamlar (aleyhimu’ selam) günah, hata ve yanlıştan masumdurlar. Bu nedenle onların sünnetlerine uymak vaciptir. Bu inanç esasına göre, Şia fıkhı dinamik ve zengindir. Buna rağmen bu dönemde bazı rivayetlerde de belirtildiğine göre Şialar İmamların teşvikleri ile doğru içtihada yönlendirilmekteydiler.[16]

Ehlibeyt İmamlarının (a.s) fıkıh ve kelam ilimlerinin korunması için içtihat yapılması yönünde tekitlerinin yanı sıra Şialarının (takipçilerinin) kendi kişisel görüşlerini hadislere katmalarına engel olmuş ve hadislerin yazılması ve doğru bir şekilde nakledilmesi için onları yönlendirmişlerdir. Bununla birlikte kıyas, istihsan ve kendi görüşüne göre içtihadı geçersiz bilmişlerdir. (Vesailu’ş Şia, c. 27, s. 79, 81)[17]

Gaybet Dönemi

Şialar, son masum imamın (a.s) gaybetinden sonra karşılaştıkları hadiselerde ve ihtiyaç duydukları şer’i hükümleri öğrenmekte bir boşlukla karşı karşıya kaldılar, ancak Masum İmamdan (a.s) nakledilen bir hadisle fakih Şialara müracaat etmeleri kendilerinden istenmekteydi. İmam Zaman Hz. Mehdi’den (a.s) nakledilen bir hadiste, Müslümanların gaybet dönemindeki hükümleri elde etme mercei olarak fakihler gösterilmiştir.[18] Bu açıklama ile masum imamlar gaybet döneminde dini merceiyet ve fikri liderlik görevini, gerekli şartlara haiz fakihlere bırakmışlardır. Gaybet döneminde içtihat çeşitli aşamalardan geçmiştir:

  • Hadislerin toplanarak düzenlenmesi ve fıkıh kitaplarının senetsiz[19] olarak rivayi bir şekilde telif edilmesi. Şeyh Saduk ve Şeyh Mufid’in “Muknia” kitabı ile Şeyh Tusi’nin “Nihaye” kitabı bu şekilde telif edilmiştir.
  • İçtihadın kemale ermesi ve fıkıh kitaplarının doğrudan hazırlanmaya başlandığı aşama. Şeyh Tusi’nin “Mebsut” kitabı bu şekilde yazılmıştır.
  • Şia fıkhında içtihat durgunluğu. Bu merhalede Şia fıkhı, dinamikliğinden ve hareketinden geri kalmış ve çoğu fakihler Şeyh Tusi’nin görüşlerinin etkisinde kalarak içtihat pratikte durma noktasına gelmiştir.
  • İçtihadın yeniden gelişerek harekete geçtiği merhale.
  • Ahbarilik akımının ortaya çıkması ile içtihadın usul ilminden inzivaya itilmesi.
  • İçtihadın yeniden dirilmesi ve ahbarilik düşüncesinin söndüğü merhale.

İçtihadın Mukaddimesi

Teşri (Hz. Resulullah’ın yaşadığı dönem) ve İmamların (a.s) dönemindeki içtihattan maksat, hükümlerin Hz. Resul-ü Kibriya (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarının beyanatlarından istifade edilmesidir. Bu şekilde bazı bilimsel ve edebi dalların öğrenilmesine ihtiyaç duyulmamaktaydı, ancak gaybet döneminde, sarf, nahv, lügat, mantık, rical, usul-u fıkıh ilimlerine vakıf olmak, kitap ve sünneti bilmek, yaygın ve örfi konuşma kurallarına aşina olmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ilimlerin her biri kendi miktarınca gereklidir.[20] Ancak hakikatte fıkıh teriminde fer’in asılla reddi olan içtihadın, Hz. Resulullah ve İmamların asrı ile gaybet asrı arasında hiçbir fark yoktur.[21]-[22]

Kısımları

İçtihat için farklı açılardan bölümlemelere gidilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

  • Âm Ve Has İçtihat: Has manasındaki içtihat, yalnızca ehli sünnet fakihleri arasında görülmektedir. Bu terim, nassın olmaması durumunda fakih tarafından kendi görüşünün ortaya konulması ve bir çeşit teşri ve kanun koymadır. Bunun en açık örneği kıyastır.[23] Şafii bunu kıyasın eş anlamlısı olarak bilmektedir.[24] Bu tür içtihatlarda fakih, kitap ve sünnette şer’i hükümlerin istinbatı için nass bulamazsa, kendi kişisel görüş ve düşüncesine başvurarak içtihat etmektedir. Gerçekte bu tür içtihat, bir çeşit düşünsel ve zihinsel operasyondur. Burada müçtehidin kişisel görüşü bir fıkıh kaynağına dönüşmektedir.[25]

Şialar, fıkhın çeşitli baplarını kapsamına alan Masum İmamların (a.s) hadislerine sahip olduklarından, kendilerini içtihadın has anlamından müstağni bilmiş ve bundan uzak durmuşlardır. Masum imamların (a.s) döneminde de ashapları arasında yaygın olan genel anlamdaki içtihat ise Şia’nın kabul ettiği içtihattır. Bu çeşit içtihatta fakih, şer’i hükümleri ayet, rivayet ve çeşitli karineleri akıl, usul, usul-u fıkıh metotları ile çıkarmakta ve fetva sadır etmede yalnızca aklına ve kendi kişisel izlenimlerine dayanmamaktadır.[26]-[27]

Buradaki düşünme ve tefekkür yalnızca İslam şeriatının hükümlerin istinbatı için tanıttığı delillerin anlaşılması için kullanılmaktadır. Ayetullah Murtaza Mutahhari’nin dediği gibi, Şia’nın caiz bildiği içtihat “şer’i hüküm delillerinin anlaşılması için akıl ve tefekkürün kullanılmasıdır.”[28]

  • Bilfiil Ve Bilkuvve İçtihat: bilkuvve (potansiyel) içtihat; müçtehit, şer’i hükümleri istinbat ve çıkarımda bulunma güç ve melekesine sahiptir, ancak pratikte istinbat etmemekte yahut istinbat yaptığı yerler azdır. Bilfiil içtihat ise müçtehit, istinbat gücünün yanı sıra, pratikte de bir çok yerde hükümleri istinbat etmiştir.
  • Mutlak ve Tecezzi İçtihat: mutlak içtihat, fıkhın tüm baplarında istinbat gücünün olmasıdır, ancak tecezzi içtihat, namaz gibi bazı fıkıh baplarında istinbat gücünün olmasıdır.[29]

İçtihat Hükümleri

İçtihat, teklifi ve vaz'i yönden iki çeşit hükme sahiptir.

Teklifi Hüküm

İçtihat iki yönden teklifi hükme sahiptir:

  1. Tahyiri Vücub: her mükellefin kendi şeri görevlerine amel etmesi için şeri hükümleri öğrenmesi ve içtihat etmesi, yahut iki yöntemden birini seçmesi vaciptir: müçtehidi taklit etmesi veya ihtiyat etmesi.
  2. Kifayi Vücub: Şeri hükümlerin unutkanlıktan ve tahriften korunması ve ayrıca İslam toplumunun ihtiyaçlarına cevap verilmesi vacip olduğundan, içtihada yönelmek kifayi vaciptir. Şöyle ki herkesin içtihat etmesi farzdır, ancak bir grup kendini bunu öğrenmeye adamışsa, bu durumda vaciplik durumu başkalarından düşer.

Vaz'i Hüküm

  • Fetvanın hüccet oluşu: müçtehidin fetvası hüccettir ve istinbat ettiği hükümlere uymak farzdır. Bu konuyla ilgili çok sayıda bahisler vardır. Örneğin:
  • Müçtehidin fetvasının kendisi için de hüccet olması: müçtehidin fetvası ister mutlak müçtehit olsun, ister mütecezzi müçtehit olsun kendisi için de hüccettir ve içtihat ettiği konuda başkalarını taklit etmesi caiz değildir.[30]
  • Müçtehidin fetvasının başkaları için hüccet olması: mutlak müçtehidin fetvası başkalarına hüccettir ve insanlar ona taklit edebilirler, ancak mütecezzi müçtehidin taklit edilmesinin caiz olması konusunda fakihler arasında görüş farklılıkları vardır.[31]
  • Hükmün Caiz Olması: mutlak müçtehit için hüküm vermek caiz ve verdiği hüküm geçerlidir, ancak bu durum mütecezzi müçtehit için ihtilaf nedenidir.[32]
  • Tahtie ve Tasvib: Şia öğretilerine göre şeri hükümler, gerçekte yalnızca bir şeydir ve müçtehit onu bulmak için çaba sarf eder; bazen bu gerçek hükümlere ulaşır ve bazen bu yolda hataya düşer. Bundan dolayı Şia kendisine “muhattie” Sünniler ise kendilerine “Musavvibe” demektedirler.[33] (Musavvibe anlayışında, müçtehit ister gerçek hükme ulaşsın ister ulaşmasın, her zaman hakka ulaşmış hükmündedir. Ehli sünnette bulunan ‘gerçek hükme ulaşıldığında iki sevap, yanlış hükme ulaşıldığında bir sevap alınır.’ Hükmü gereği sünniler kendilerini her hâlükârda doğru ve musavvibe bilmektedirler.)
  • İcza: İçtihat babında gündeme gelen konulardan birisi de eğer müçtehit her hangi bir konuda hata yapar ve yanlış bir hüküm istinbat ederse, kendisi ve mukallitleri için o hükme amel etmenin hükmünün ne olduğu sorusudur? Acaba yanlış fetva sonucu yapılan amellerin yeni bir içtihatla yeniden yapılması mı gerekmektedir yoksa önceki yapılan amel doğru ve yeterli midir?

Müçtehidin Fetvasının Yetki ve Hücciyeti

Fakihler, müçtehit olmayanlara müçtehidin fetvasının kanıt ve delil (hüccet) olduğunu bazı ayetlerle ispat etmektedirler:

  1. وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَافَّةً فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِى الدّٖينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ

“Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (Tövbe, 122)

Allah Teâlâ, bu ayeti kerimede, müminleri “levla” kelimesi ile uyarmış ve onlardan bazılarının dinde “tefakkuh” (derinleşerek, fakih olmak) elde ederek döndüklerinde başkalarını ikaz etmelerini istemiştir. Sonra bu vacip ikaz ve uyarı için bir amaç zikretmiştir. Bu amaç, ikaz edilenlerin muhalefet etmekten sakınmalarıdır. Eğer farz bir amelin amaç ve gayesi (dinde fakih olmak ve kavmin uyarılması ve ikaz edilmesi) insanın ihtiyari (seçme hakkı olan) (kavmin karşı çıkmaktan sakınması) fiillerinden bir fiil olursa, bu sözün geleneksel ve örfü anlamı ‘o işin de farz olduğudur’ ve muhalefet ve karşı gelmekten sakınmanın gereklilik ve zorunluluğu da uyarıda bulunan kişinin (fakih, müçtehidin) sözünün de hüccet ve güvenilir olduğudur. Dolayısıyla müçtehit her ne zaman bir konunun haram veya farz olduğuna dair bir fetva verirse, bunun iltizami medlulü (taahhüt ve yükümlülük manası), farz amelin terk edilmesi ve haram amelin yapılması durumunda cezalandırılmanın olduğu, fetvanın kendisinin de ikaz ve uyarılmaya mısdak ve örnek olduğudur. Mükellefin ameli korkusu ise farzı yerine getirmek ve haramı terk etmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ikaz edilen, karşı çıkmaktan sakınmalıdır, bunun iltizami medlulü, Allah’ın belirlediği hükümlerde fakih ve müçtehidin verdiği fetva ve haberlerin hüccet ve delil olduğudur.
Karşı çıkmaktan sakınmanın gerekliliği, sakındırılan kişi için katiyet veya itminanın hâsıl olduğu yerlerde olduğu iddiası[34] ayetin zahirine aykırıdır. Zira ayeti kerimede, korku ve sakınmanın gerekliliği,kesinlik ve güvenle bağlı bulunmamıştır.[35] Bazıları şöyle demiştir: bu ayet, umumun müçtehide rücu etmesine delalet etmektedir, buna rağmen ikaz ve uyarının delillerde düşünce ve nazara neden olması mümkündür, ancak bu görüş doğru bir görüş değildir, zira fıkıh delillerinde düşüncenin umuma farz olduğu konusu, icmaya aykırıdır ve yaşam konusunda ihtilale neden olur; buna ek olarak hadisenin ortaya çıkması sırasında genelin içtihadı, absürt ve imkansızdır.[36] Muhakkiki İsfahani, ayetteki tefakkuh eğer nazarın imal edilmesine bağlı olursa, ayet, fetvanın delil olduğuna hüccettir ve eğer masumdan (a.s) duyma ve işitme yoluyla hükümleri bilmek anlamında ise fetvanın hüccet oluşuna delalet etmez. Bilakis bunun iltizami medlul ve mazmunu, şeri hükümleri kapsamına alan fakihin görüşünün hüccet olduğudur. Zira Allah Teâlâ, kullarına dinde tefekkuh elde etmelerini vacip etmiş ve İslam’ın ilk günlerinde tefekkuh, şeri hükümleri Resul-ü Kibriya Efendimizden (s.a.a) veya Masum İmamlardan duyma ve işitme dışında bir algı oluşturmamaktaydı. Dolayısıyla ikazda bulunup korkutmaktan maksat, masumlardan (a.s) nakledilen şeri hükümleri haber vermek ve bildirmektir. Yoksa istinbat ve tahmine dayalı şeri hükümleri haber vermek değildir. Dolayısıyla bu ayeti kerime fetvanın hüccet ve delil olduğu konusuna uzak ve yabancıdır.[37] Bu itiraza şu şekilde cevap verilmiştir: İslam’ın ilk günlerinde tefekkuhun, şeri hükümleri masumlardan (a.s) duymak ve başkalarına nakletmek anlamında olduğunu kabul ediyoruz, çünkü rivayet edicilerin (ravilerin) kendileri dil ve lügat bilimcileri idiler ve şeri hükümleri masumlardan duymaları ve o konularda tefekkuh etmeleri yeterli idi. Sonra o duydukları şeyleri, başkalarına nakletmekteydiler. Gaybet zamanında ise dinde tefekkuh ve şeri hükümlere aşina olmak bazı mukaddime ve istinbatlara ihtiyaç duymaktaydı, ancak ayeti kerimedeki dinde tefekkuh emri, mutlak ve kayıtsız şartsız olarak zikredilmiştir. Her ne kadar bu tefekkuh, istinbat ve istihraca dayanmış olsa da ayet, onun (tefekkuhun) tüm aşamalarını kapsamaktadır,.[38]

  1. وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالًا نُوحٖى اِلَيْهِمْ فَسْپَلُوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

“Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun.” (Nahl, 43)

“Sual” ayeti olarak adlandırılan bu ayetle müçtehidin fetvasının hüccet ve kanıt olduğu istidlal edilmiş ve şöyle denmiştir: “Zikir”den maksat, Allah’ın zikredilmesine neden olan her şeydir. Dolayısıyla zikir ehlinden maksat, nübüvvet, mead ve ilahî hükümlere aşina olmaktır. Allah Teâlâ, zikir ehline (bilenlere) soru sormayı farz ilan etmiştir. Açıktır ki kendi kendine soru sormanın bir istenim ve gereği yoktur, bilakis onun istenim ve gereği ona amel etmektir. Dolayısıyla soru sorduktan sonra zikir ehlinin sözü hüccet ve muteber olur.[39] Bazıları ise ayeti kerimeyi rasyonel (cahilin akıl sahibine rücu etmesinin farz oluşu) prensip temelli irşat olarak bilmektedir. Başka bir ifadeyle, cahilin âlime rücu etmesinin farz oluşu, akıl sahiplerinin kabul ettiği ve akıl sahiplerinin daimi siyresidir. Bu ayeti kerimede cahilin âlime rücu etmesi taabbudi değildir, bilakis ayet irşat makamında akillerin cari siyresinin aynısıdır.[40]

Bu ayetin istidlaline bazı itirazlarda bulunulmuştur:

a) Ayetin siyakından anlaşıldığı kadarıyla zikir ehlinden maksat, ehli kitap âlimleridir. Dolayısıyla müçtehit ve fakihleri kapsamamaktadır.[41] Bu itiraza şu şekilde cevap verilmiştir: ayet, kubray-ı külliye-yi içerdiğinden, konudaki hususiyetin, kitap ehlinin âlimlerine mahsus olmasına neden olmaz, bilakis İmamlara (a.s), fakihlere ve müçtehitlere de şamildir.[42]

b) Şia rivayetlerin bazılarında “ehl-i zikir” tabiri imamlara yorumlanmıştır. Dolayısıyla müçtehit ve fakihlere şamil olmaz.[43] Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: Bu yorum, tatbik ve mısdakın zikri babındandır, yoksa İmamlar (a.s) hususunda değildir. Dolayısıyla rivayetteki yorum, ihtisasa delalet etmez.[44]

c) Ayeti kerimedeki “eğer bilmiyorsanız”, ibaresine dikkat edecek olursak, soru sormaktan maksat, ilim ve bilginin hâsıl olmasıdır. Yoksa ayetten maksat Allah’ın cevap ve yanıtı kabul etmemiz için bizleri zorunlu ve mecbur kılması ve eğer birinci defa bilgi elde edemezsek, ikinci defa soru sormak ve eğer yine ilim elde edemezsek ilim elde etmek için tekrardan soru sormamız değildir. Bu konunun teyit ve onayı ise ayetin nüzul sebebinde ehli kitabın Hz. Resulü Kibriya Efendimizin (s.a.a) nübüvveti hakkında kendi âlimlerine başvurmalarını istemesidir. Ve açıktır ki risalet ve nübüvvet itikat ve inanç ilkelerinden sayılmaktadır ve onda ilim ve itikat gereklidir. Ve vahit haber (haber-i vahit) için itimat ve taabbuda yer yoktur. Başka bir teyit ise, bu ayete sabık ve lahik ayetlerdir.[45] Onun da cevabı şudur: Ayetin illete şamil olması, konunun hususiyetini ilga etmektedir. Ayetin anlamı şu şekilde olur: her neyi bilmiyorsanız –ezcümle ameli hükümler- ilim ehline sorun.[46]

İspat Yolları

Müçtehidin içtihadı üç yolla başkaları için sabit olur:

  • Mukallidin kendisi, müçtehidin içtihadından emin olması.
  • Müçtehidin içtihadının şöhretinin güven verecek bir hadde ulaşması.
  • Bilinçli, adil ve uzman iki kişinin tanıklığı; şu şartla ki iki adil başka kişinin, bu kişilerin tanıklığına aykırı tanıklıkta bulunmamaları.[47]

Kaynakça

  1. Naslardan hüküm çıkarma anlamında fıkıh usulü terimi. “Nebeta” kök fiilinin istif'al kalıbında mastarı olan istinbât, sözlükte araştırmak, peşine düşmek, sonuca varmak ve gizli bir şeyi açığa çıkarmak gibi mânalara gelen istinbât fıkıh usulü terimi olarak “ictihad ve kavrayış yoluyla naslardan hüküm çıkarmak” demektir. Bu mana ile ilgili olarak kuyu kazan bir kimsenin suya erişmesi, su çıkarmasına da istinbat tabiri kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerîm’de bir defa geçen bu kelime (Nisâ 4/83) burada “bir işin iç yüzünü, gerçeğini anlamak, düşünmeyi gerektiren kapalı bir haberden kastedilen mânaya ulaşmak” anlamındadır. Istılahta istinbatu'l-ahkâm, bir müçtehit veya fakihin kavrayış ve dirayetini kullanarak anlayış gücü ve içtihadıyla nasların gizli mana ve hükümlerini açığa çıkarmasına denilmiştir. Bilindiği gibi, Fıkıh Usulü ilmine göre, İslami hükümlerin kaynağı önce Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber Efendimiz ve Masumların sünneti, dolayısıyla hadislerdir. Kur’an-ı Kerim ayetlerinin lafızları gibi hadis lafızlarının hepsi sarih değildir, aralarında vazıh yani hükme delâleti açık olanları olduğu gibi, müphem, hafi, müşkül, mücmel olanları da vardır. Sarih bulunduğu kadar mecaz veya kinaye yollu kullanılmış olanlarına da rastlanır. Bazı hadislerin bir hükme delaleti açıktır. Bazılarının delaleti ancak tefsirle anlaşılır. Bazı hadis lafızlarının taşıdığı hüküm umumidir; bazısının ise hususidir. Kısacası hadis lafızları içinde hâs, âm, müphem, müşkül, hafi, mücmel olanları, mecaz ya da kinaye yollu söylenenleri, birbirleriyle çelişik görünenleri mevcuttur. Ayrıca Kur’an-ı Kerim'de olduğu gibi hadiste de nesh vaki olmuştur. Dolayısıyla hadislerin de muhkem ve müteşabihi, nasih ve mensuhu vardır. Bütün bu ve buna benzer özellikleri dikkatten uzak tutmamak kaydıyla, hadisleri inceleyip onlardan şer’i bir mesele hakkında hüküm çıkarmak istinbatın esasını oluşturur.
  2. http://maarefquran.com/maarefLibrary/templates/farsi/dmaarefbooks/Books/2/16.htm#_ftn10
  3. Cennati, s. 3.
  4. Bkz. Cennati, s. 4 ve 5.
  5. Mükellefin iki hüküm veya fiil arasında seçim yapmakta serbest olması anlamında fıkıh terimi. Sözlükte “bir kimseye iki veya daha fazla seçenek arasında tercih imkânı vermek” anlamındaki tahyîr kelimesi, usul-u fıkıhta ve fıkıhta sözlük anlamına uygun biçimde değişik bağlamlarda kullanılmıştır. Aynı kökten türeyen ihtiyâr ve tahayyur “iki durumdan daha iyi olanı istemek ve seçmek” (aynı anlamda isim olarak “hıyâr”/“muhayyerlik” kullanılır). Fıkıh usulünde teklifî hükümlerle ilgili terminolojinin çerçevesi çizilirken iktizâ (gerekli kılma) ve tahyîr (serbest bırakma) kavramları esas alınır.
  6. http://maarefquran.com/maarefLibrary/templates/farsi/dmaarefbooks/Books/2/16.htm#_ftn10
  7. Feyyumi, c. 2, s. 112.
  8. Aşinayi ba ulumu İslami, c. 3, s. 18; Mecmua Asar, c. 3, s. 196, “Hatmi nübüvvet”.
  9. Necefi, c. 1, s. 289, 290 ve 320.
  10. Necefi, c. 1, s. 289.
  11. http://maarefquran.com/maarefLibrary/templates/farsi/dmaarefbooks/Books/2/16.htm#_ftn10
  12. http://www.loghatnaameh.org/dehkhodaworddetail-79a44649b048462eb0597ada4e35ecd3-fa.html
  13. http://maarefquran.com/maarefLibrary/templates/farsi/dmaarefbooks/Books/2/16.htm#_ftn10
  14. Ruhu’l Maani, c. 7, s. 11, 70.
  15. Haşiyetu’l Benai, c. 2, s. 387; El-Ahkâm, Amidi, c. 4, s. 407, 408.
  16. Vesailu’ş Şia, c. 27, s. 61, 62.
  17. Vesailu’ş Şia, c. 27, s. 41; Nehcü’l Belaga, hutbe: 18.
  18. Vesailu’ş Şia, c. 27, s. 41.
  19. Tarih fıkh ve fukaha, s. 128, 140, 223, 227, 237, 240, 242; Menahicu’l Vusul, c. 1, s. 14, 15.
  20. Nihayetu’l Efkâr, c. 4, s. 227; Misbahu’l Usul, c. 3, s. 443, 444; el-İçtihad ve’t Taklit, İmam Humeyni, s. 10, 17.
  21. el-İçtihad ve’t Taklit, İmam Humeyni, s. 71, 72.
  22. http://maarefquran.com/maarefLibrary/templates/farsi/dmaarefbooks/Books/2/16.htm#_ftn10
  23. El-Usulu’l Amme, s. 385.
  24. Er-Risale, s. 477.
  25. Sadr, c. 1, s. 54.
  26. Maaricu’l Usul, s. 179, 180.
  27. http://maarefquran.com/maarefLibrary/templates/farsi/dmaarefbooks/Books/2/16.htm#_ftn10
  28. Mecmua Asar, c. 20, s. 164, 167.
  29. Hoi, s. 28.
  30. Hoi, s. 29, 32.
  31. Horasani, s. 467; Hoi, s. 35, 36.
  32. Necefi, c. 21, s. 399, 400.
  33. Hoi, s 36, 40.
  34. Nihayetü’l Ahkam, c. 4, s. 244; Kifayetü’l Usul, s. 473, 474; el-İçtihad ve’t Taklit, Sadr, s. 86.
  35. Nihayetu’l Dirayet, c. 3, s. 210.
  36. Mearicu’l Usul, s. 197, 198.
  37. Nihayetu’l Dirayet, c. 3, s. 210.
  38. Et-Tankih “el-İçtihat ve Taklit”, s. 86, 87.
  39. Et-Tankih “el-İçtihat ve Taklit”, s. 86, 87.
  40. El-Mizan, c. 12, s. 259.
  41. Kifayetü’l Usul, s. 473.
  42. Et-Tankih “el-İçtihat ve Taklit”, s. 89.
  43. Kifayetü’l Usul, s. 473.
  44. Kifayetü’l Usul, s. 473.
  45. Kifayetü’l Usul, s. 473.
  46. http://maarefquran.com/maarefLibrary/templates/farsi/dmaarefbooks/Books/2/16.htm#_ftn10
  47. Hekim, Muhsin, c. 1, s. 38.

Bibliyografi

  • Ağa Bozorg Tahrani, ez-Zerie ile Tesanifu’ş Şia, Ali Naki Munzevi ve Ahmed Munzevi baskısı, Beyrut, k. 1403.
  • Cennati, Muhammed İbrahim, Menabiu İçtihat ez didgahı Mezahib İslami, s. 3.
  • Hekim, Seyyid Muhsin, Müstemseku’l Urve, Kum, Daru’t Tefsir, k. 1416.
  • Hekim, Muhammed Taki, Usulu’l Amme lil-Fıkhi’l Mukarin, Kum, Mecmeu Cihani Takrib Mezahibu İslami, ş. 1390.
  • Horasani, Muhammed Kazım, Kifayetu’l Usul, Kum, Neşru İslami, k. 1424, sekizinci baskı.
  • Hoi, Ebu’l Kasım, et-Tenkih (el-İçtihat ve Taklit) Takrir, Mirza Ali Garavi, Kum, k. 1418.
  • Tusi, Muhammed b. Hasan, el-Mebsut, Fıkhu’l İmamiye, Tahran, el-Matbaa el-Haydariye, k. 1378.
  • Amuli (Şehit Sani), Zeynuddin, er-Ravzatu’l Behiyye, Kum, Neşru Daveri, k. 1410.
  • Azizi, Hüseyin, Mebani ve Tarih Tehavvul İçtihat, Kum, Bustan Kitab, ş. 1384.
  • Feyyumi, Ahmed bin Muhammed, el-Misbahu’l Munir fi Garib Şerhi’l Kebir lil-Rufai, Kum, Menşurat daru’r Razi.
  • Gilani (Reşti), Mirza Habibullah, Kitabu’l Kaza, Tashih, Seyyid Ahmed Hüseyni, Kum, Daru’l Kur’anu’l Kerim, k. 1401.
  • Mutahhari, Murtaza, Deh Goftar, Kum, Neşru İslami.
  • Necefi, Muhammed Hasan, Cevahiru’l Kelam, Kum, Müessese Dairetu’l Maarif Fıkhı İslami, k. 1421.
  • Neraki, Ahmed b. Muhammed, Müstenedu’ş Şia, Kum, Müessese Al-i Beyt, k. 1415.